8 Haziran 2019 Cumartesi

Karşımdaki bira altlığının hiç ıslanmıyor oluşu.

"Bu da bitsin kalkacağım" 
Dediğim bardağımın hemen hemen ortasındayım. Tadı gittikçe güzelleşmeye başlayan ve sona yaklaştıkça acılaşan biram bu benim. Tabii onun öncesinde mekanın özel olarak hazırladığı birkaç kokteyl ve küçük masum gözüken yaramaz shotlarımı da midemde bulunduruğumu unutmayalım. Mide neyse de kafamda olması sanırım en çok hoşuma giden şey.
Bir elimle masadan güç almaya başlamışım, bu olduğumun ya da olmak üzere olduğumun göstergesi. Durup durup ağzımı şapırdatıyorum. Hoşnutsuzluğumu bu şekilde belli etmeye çabalarken ağzımın içerisinde oluşan uyuşuklaşan kıvam beni esir alıyor. Aslında sırf kendi kontrolümün dışında bir şeylerin geliştiği için onlara meydan okumanın hareketleri bunlar. Oysa bıraksam ne güzel tat alacak ağzım.
Birayı büyük bardakta ve olabildiği kadar çok seviyorum. Muhtemelen mekanlar da öyle çünkü en çok parayı onlar kazandırıyor.
Çalan şarkıları sırası ile takip edemiyorum çünkü iğrenç bir playliste sahipler ama ara ara hepimizin bildiği şarkılar çalmaya başlayınca, ben de kendi ortamımda o az önce bahsettiğim kötü ağız tadımla içeriden eşlik ediyorum. Kimse fark etmiyor çünkü herkes şarkıya eşlik ediyor. Onlar ellerini ve telefonlarının ışıklarını yakarak yapıyorlar hatta bazıları o anları video kaydına alarak yapıyorlar. Olabildiği kadar yüksek sesle, sanki ne kadar bağırırsan o kadar acısını hafifletiyormuş gibi -ki bence çok mantıklı bir eylem çünkü ses desibeline odaklandığın zaman sana o şarkıyı söyleyen şeyi ve sana şarkıda hatırlatılan kişiye bir nebze olsa bile unutabiliyorsun gibi. Neyse konumuz o değil, ellerini şaklatarak, bazıları ayağa kalkarak, bazıları ise yanındakine sarılarak şarkılara eşlik ediyorlar.
Ben yalnız başıma, kendi masamda...

Ara sıra kafamı kaldırabilecek aydınlığa ulaştığım zamanlarda yan masalara bakıyorum. Gözüm hemen yan masamda oturan iki oğlana takılıyor. İçeceklerinden ara ara pipet yardımıyla içerken genellikle ağızları dolu dolu bir şeyler konuşuyorlar. Birisi bir şey anlatırken diğeri ara ara cümleleri kesip ona bir şeyler anlatıyor sonra o diğeri tekrar devam ediyor. Bir ara kalkıp masalarına gidesim geliyor. Ne konuştuklarını, gecenin bir yarısı bu kadar konuşulacak konuyu nereden bulduklarını merak ediyorum. Belki diyorum içimden, yozlaşmakta olan toplumun açık yaralarından gem vurarak aydıllıkları ile övünüyorlardır. Belki yarım yılını hapiste geçirmiş bir şairin neler hissettiklerini bu masa için en uygun ortam görmüşlerdir diyorum. Sonra ikisi birden hunharca kahkaha atınca burada gülünecek bir durum olmadığını fark edip bana göre bir sohbet olmadığını anlıyorum. Gülenecek kısmına değil, şu an için ekstra bir kahkaha nedenine ihtiyacım olmadığı için. Akşam üzerine doğru işten çıkarken müdür yardımcımın yaptığı komik olmayan ama gülmek zorunda olduğum şakayı hatırlayınca tabii ve yarın sabah işe gidip bir başka aynı kalitede şakaya aynı tepkiyi vermek zorunda olduğum da hesaba katılınca, kendi masam ortamın bana göre en uygun masası oluveriyor tekrardan.

Üç tane dünya güzeli hanım görüyorum ileri masalarımda. Bir tanesinin üzerinde beyaz askılı ince bir penye olduğunu görüyorum. Esmer tenine beyaz uyumunu yapacak kadar zevkli bir kadınla aynı mekanda oturuyor olmanın zevkini tadıyorum bir an. Sonra parmakları dikkatimi çekiyor. Kahverengi tonlarına yakın bir ojesi var ya da mekanın ışıklarından dolayı öyle gözüküyor olabilir ama her halükarda çok şıklar ya da mekanın bana içirdikleri yüzünden olabilir. Bardağı tutuşu, dudaklarıyla o cam canavarı birleştirdiği an ve en son bardağı geri yerine koyarken boğazından serin bir alkol deresinin akışı... Kadınlar dünya üzerinde izlenmesi gereken en muazzam filmler. Salak bir gülümseme takılıyor yüzüme o güzel hanımı izlerken. Salak gülüş olduğunu güzel hanım benim ona baktığımı fark edince anlıyorum ve hemen kafamı deve kuşu gibi masama gömüyorum. Gömdüğüm esnada ise başka şeyler düşünmeye başlıyorum. İlk okul hocam, doktor olma arzum, babamın ilk arabası...

Ne cesaret bilmiyorum ama, kafamı tekrar kaldırıyorum ve nerede bıraktıysam bakışlarımı yine oraya bakıyorum. Fakat ilginç olan ise o güzel hanımın da aynı noktaya hala bakıyor olması. Yani bana. Kendime nokta diyorum çünkü o an kendimle ilgili övünebileceğim ne yazık ki bir şey yok. Sadece hala ayakta kalabiliyor olmam olabilir. Üstelik asgari ücretin birazcık üzerinde maaş alan birisine göre alkole güzel para harcıyorum. Kadının neden bana baktığını anlamak üzerine tezler üretmiyorum tabii salak salak kadına bakmaya devam ediyorum. Bir süre sonra rahatsız olacak ki bakışlarını benden kaçırıp arkadaşlarına bir şey söylüyor. Benimle ilgili olmadığını yani koskoca gecenin ortasında hiç tanımadığı bir adam birkaç saniye kadına baktığı için masasındaki arkadaşlarına benim hakkımda bir şey söyleyecek değil ya diyorum kendi kendime. Sonra aklıma hürriyet haberleri geliyor, içime bir tornavida oturuyor. Gözlerimi kısıp açmamla kadının toparlandığını ve lavaboya doğru gittiğini görüyorum. Utancım nedense birden yükselmeye başlıyor. Eğer hayatınızın bir yerinde daha önce çok sevdiğiniz, değer verdiğiniz bir kadını istemeden kırdıysanız ve bunun farkındaysanız hayatın geriye kalan kısmı sizin için biraz daha sancılı geçiyor. Ödünüz kopuyor başka bir kadını hiç yoktan bir sebepten kıracaksınız diye.

Lavabodan dönerken gözüm yürüyüşüne takılıyor ama bu sefer biraz daha istemsizce yani belli etmemeye çalışıyorum. Oturduğu gibi bakıyor. O an hangi cesaret bilmiyorum, başım ile "afiyet olsun" diyorum. Baş ile afiyet olsun nasıl denir bilmiyorsanız gidin Beşiktaş'ta herhangi bir mekanda için bir yerden sonra yaptığınız bir hareketin afiyet olsun ya da herhangi başka bir anlama geldiğini anlayacaksınız. Gülümseyip teşekkür ediyor. Belli o da çok içmiş çünkü saçma sapan bir hareket yapıyor. Bunu da yalnızca o kafalarda anlayabilirsiniz. Neyse en azından artık vicdanım rahat, şarkılara kaldığım yerden eşlik edebilirim.

Bir mekanda ne tarz müzikler çalınırsa çalınsın bir yerden sonra düşüş müziklerini yaşamak zorundasınız. Bunun bilincinde olanlar Mirkelam ve Yaşar çalmaya başlayınca ufak ufak toparlanmaya başlarlar. Daha derine gerek olmadığı için ama bununla yetinmeyecek olanlar birer içecek daha siparişi verirler. Aynısından diyorum beyaz gömlekli yakışıklı çocuğa ve birkaç saniye sonra aynısından geliyor. O bahsettiğim hanımlar ve arka masamda da bir çift kalıyoruz mekanda. Şarkı geçişinde ufak bir sessizlik oluyor ve az önce afiyet olsun dediğim güzel hanım ayağa kalkarak "Ben bir şarkı isteyebilir miyim?" diyor. Hepimiz ona bakıyoruz. Yani toplam 3 müşteri.

"Ahmet Kaya - Sevgi Duvarı" istiyorum diyor. Ve kadehini kaldırıyor herkese doğru. Başıyla bana "hadi" diyor. Bu hadi deyişini herkes anlar çünkü çok basit bir şekilde bardağını bana doğru kaldırarak kaşını havaya kaldırıyor. Ben de hemen eşlik etmek isterken heyecandan ya da sarhoşluktan olsa gerek bardağıma çarpıp birazcık bira döküyorum masaya. Gülümsüyor. "Sen miydin o? Yalnızlığım mıydı yoksa?" diyor. Biraz sonra şarkıda aynı sözleri duyunca içime bir ısınma geliyor. Şarkıyı başımı masaya gömerek dinliyorum. Şarkı bitmeye yakın kafamı kaldırdığımda ise arkamdaki çiftin çoktan gittiğini güzel hanımların ise toparlandıklarını görüyorum. Gülümseyerek "Yalnızlığımdı o" diyorum. Çok hoşuma gidiyor bu karşılık biraz daha gülmeye devam ediyorum.

Gitti herkes...

Artık bunu da içtikten sonra kalkacağımın gerçek noktasındayım. Tadı güzel ama, birkaç saat sonra kalkıp işe gideceğim. Kravat bağlayıp, imzalar atacağım. Fakat canım eve giderken pilav yemek istiyor, biraz daha yürümek istiyor hatta şimdi hazır kimse yokken şarkılara bağırarak eşlik etmek istiyorum. Çünkü acımın doruk noktasındayım. Benim merhemim ise kalabalıklar içinde yalnız olmak ancak o zaman hissetmiyorum yalnız olmadığımı. Fred Çakmaktaş'lı yorganıma kavuştuğum zaman kavuşamadıklarım olduğunu biliyorum bundan ötürü tam şu an unutmak istiyorum evin yolunu. Pamela çalmalı ve bir bardak kırılmalı masamda, iş çıkmalı çalışanlara kapanma saati uzamalı şu mekanın. Sabah kalktığımda o uyuyor diye sessizce hareket etmek zorunda olmadığımı bildiğimden, gece eve hunharca girebilirim ve sabah siktir olup gidebilirim. Bütün gece boyunca ağır gelen başım bunları düşününce hışımla kalkıyor gökyüzüne ve kocaman bir nefes çekiyorum içime. Bana iyi geldiğinden değil, girdiğim kötü hislerden kurtulmak adına yapıyorum bunu. Görüntüm bulanıklaşıyor. Bildiğim kelimeleri unutmaya başlıyorum, konuşmaya da gücüm yok. Masada karşımda duran bira altlığının hiç ıslanmamış olmasına canım yanıyor bu sefer. Benimki ise paramparça olmuş. Ne kadar benziyor bana. Kabul ediyorum bu ilkokul seviyesinde bir benzetmeydi.

Saçlarımı kestirmem gerek olduğunu parmaklarımı saçlarımın arasına karınca ve avuçlarımın içine alnımı dayayınca anlıyorum. Fakat böyle bir plan yapmak için uygun bir saat seçmediğimi fark ediyorum. Bütün bu sahteliklerden kurtuluyorum bir an. Yarım yamalak açılmakta olan gözlerimle görebildiğim ışıklara bakmaya başlıyorum. Şimdi daha ince ama daha güzel bir gülümseme alıyor yüzümü. İşte kendimle buluştuğum an bu an oluyor. Herkesin gittiğini benim kendi kalabalığıma döndüğüm an. Özledim diye bir ses çıkıyor yapışık dudaklarımdan. Bunu duyan gözlerim var gücüyle kapatıyor kendini sıkı sıkıya. Zeytinezmesini zeytinden daha çok sevişini özledim. Benim korktuğum her ne varsa senin beni oraya itişini özledim. Bir anda anılara boğuluyor uzun saçlarım. Özlediğim ne varsa onlar için burada olduğumu fark ediyorum. İşte şimdi toparlanma vaktim geliyor. İçtiklerimin parasını ödüyorum ve mekandan kalkıyorum. Gelirken içimde gizleyerek getirdiğim ne varsa şimdi ellerinden tutarak gidiyorum.

Gördüğüm ilk taksiye binerek evimin adresini söylüyorum ve bir anda bütün sıkıntım acaba sarhoş olduğumu anlayıp başka yoldan götürmeye çalışır mı? Daha fazla para mı alır mı? oluyor. Sokakları aydınlatan ışıklar karanlığa çoktan gömülmüş yüzüme vuruyor ama içimde kimseye açmadığım, söylemediğim bir parça bir türlü gün yüzüne çıkmıyor. Taksimetreyi takip ediyorum. Eve yaklaştıkça fiyatın az kalması beni mutlu ediyor yine yüzüme güzel bir gülümseme hakim oluyor. Artık bunun gecenin son görüntüsü olduğunu biliyorum.
Sanırım böyle bir şey unutmaya çabalamak!




23 Aralık 2018 Pazar

Ne zamandan düşündün sen beni? İlk ne zaman düşündün?

Babamın her sabah okula beni arabayla bırakması kış ayları için her ne kadar cazip olsa da, okulun önüne gelir gelmez etrafımda beliren delici bakışların yarattığı soğuğu hiç bir eylem ısıtamıyordu. Üstelik bunu babama söylediğim zaman bazı şeyleri büyüyünce anlayacağımı ve bunlar için canımı sıkmamam gerektiğini söylerdi. Benim için çok fazla rahatlatıcı bir yanı olmazdı ama, o sürekli olarak bunları tekrarlardı. Babamın benimle konuşmadığını düşünmeyin sakın aslında her gün konuşurdu fakat bu konuşmaların benim için değil de onun ölümsüzlüğünü kanıtlaması hatta bunu garanti altına aldığını görmek istiyordu. Ona da babasından kalan bütün işleri ve beraberinde gelen onca sorumluluğu tek başına idare edebildiğini kendisine bir başarı madalyonu olarak takmıştı. Haliyle bende de aynı istikrarı görmek için insanların benim arabayla okula geliyor olmamı pek umursuyor olmamı istemiyordu. Sınıf arkadaşlarımın yazları gittiği halı saha kamplarına gitme isteğimi de pek umursamıyordu, okul gezilerini de hatta veli toplantılarını da...

İlkokula giden çocuklar için bile bazen büyük yaramazlıklar düşünülebilir. Ben ise bizim sınıfın yapabilecekleri en büyük yaramazlıkların her daim en büyük fanıydım ve her ne kadar istemiyor olsam da tek ispiyoncusu. Çünkü kızlarla beraber sınıfta kalan tek erkek çocuğu bazen ben olurdum. Sırf onlara yakın olduğumu göstermek içinse bazen saçlarının tepesinin döküldüğü tüm okul tarafından kabul edilen fakat kendisi inatla her gün tarayarak bu yıkımı görmezden gelen müdür yardımcısına onların nereye gittiğini söylerdim. Tahmin edildiği üzere bu yüzden sınıftan bazı ele başları benimle ciddi ciddi konuşmazlardı. Bazıları ise sadece sınıf arkadaşlığımız bağı kadar severdi beni. Yani günün aydın oluşunu sınıfta kutlar, sınav esnasında kalem traşa ya da silgiye ihtiyaçları olursa iletişim kurar ya da en iyi ihtimalle okul çıkışı birbirlerimize iyi akşamlar dileklerinde bulunurduk. Fakat cuma akşamı Olacak O Kadar programında bu hafta acaba hangi skecin yer alacağını hiç tartışamazdık. Bardak devirme oyununda bütün o boyaların acaba hangi yarışmacıya döküleceğini de. Gerçi onlar kendi aralarında tartışırlardı. 

Yalnızlığı ciddi manada sevmeye başlıyordum. Aslında insan neye mecbur kalırsa onu bir yerden sonra bir şekilde sevmeye başlıyor. Sanırım henüz yedi yaşında iken mutlu olma ihtimalimiz yok ama alışmak zorundayız gibi çok derin bir cümle kurmuş olabilirim. Durduk yere nereden geldiğini anlamadan İpek geldi yanıma. İpek, bizim sınıfın tatlı kızlarından bir tanesi işte. Sakarlığı ile sınıfın neşe kaynağı ve etek açma oyununda en kurnaz olduğu için altı en çok merak edilen tatlı kızı. Onun hakkında tüm bildiklerim bu kadar. İpek geldi elinde tost vardı, tost yiyordu yani. Bana da ister misin? diye sordu ve yanıma oturdu.

- Yok sağ ol. 
- Neden tek başına oturuyorsun?
- Genelde tek başıma otururum.
- Sıkıcı değil mi?
- Bir yerden sonra alışıyorsun. (Eğer o sıralar Tarkovsky'nin "Kendinizi, kendinizle zaman geçirmeyi yalnızlık sanmayacağınız şekilde yetiştirin" sözünü biliyor olsaydım yapıştırırdım.)
- Bana sıkıcı geliyor yalnız olmak o yüzden yanına geldim.
- İyi yaptın teşekkür ederim. 
- Tost ister misin? Bir daha soruyorum.
- Neyli?
- Sadece sucuklu 
- Sadece sucuklu mu? Kaşar peynir neden koydurmadın? Genelde karışık yenir.
- Bir şeylerin tadı yalnızken daha güzel oluyor.
- Biraz garip oldu.

***

İpek, üniversite sınavı için Çivril'de bir okulda girecekti ben ise Serinhisar. Geceden birbirimizi arayarak iyi dileklerde bulunduk ve asla heyecan yapmadan sınavda gayet sakin bir şekilde çözerek bir sene gösterdiğimiz emeğin karşılığını alacaktık. Sınav heyecanını atlatmak için ikimiz de telefon başında hayaller kurmaya başladık. Kesinlikle üniversite tercihlerimizi Denizli'den başka şehirlerde yapmak istiyorduk. İlk başta Eskişehir konusunda çok kararlıydık hatta tam göbek bölgede olduğu için rahat rahat Türkiyeyi gezebiliriz diye plan bile yaptık. Birinci senemizin sonunda birlikte eve çıkma hayali sanırım konuşmanın en keyif verici yeriydi.

- Umarım yakın zamanda yazmaya başlarsın
- Anlamadım İpek, ne yazmaya başlayacağım?
- Hayallerimiz böyle söz üzerinde kalmaz umarım.
- Bunları yazmam mı gerekiyor?
- Nasıl yani? Dalga mı geçiyorsun?
- Evet neden bunları yazmam gerekiyor ki?
- Neyse tamam. Sadece ben söylemek istedim yani ya da ne bileyim değişik olur diye düşünmüştüm o yüzden... Neyse ee ne diyorduk?

Ben başımı duvara yaslamış ve popomla holdaki boşlukta otururken babamın salon kapısından beni izlediğini gördüm. Bir anda gülüşlerim buz gibi oldu. İçime bir sopa girmiş gibi hissettim. Kapatmam gerektiğini söyleyerek telefonu kapattım.

- Kim bu İpek?
- Arkadaşım?
- Saçma sapan hayaller kurduğun bir arkadaşın mı?
- Hayır sadece birbirimize moral veriyoruz.
- Yarın sabah sınava gireceksin biliyorsun değil mi?
- Biliyorum tabii ben sadece..
- Git yat şimdi. Bunları daha sonra konuşuruz.

***

Ankara'da Üniversite okumak siyasi görüşü olmayan birisi için gayet korkutucu olabiliyor. Kendimden bahsediyorum tabii ki. İpek ise ilk tercihi olan İzmir'i kazandı. Sürekli telefonda konuşuruz ve İzmir'in ne kadar güzel olduğundan bahsediyor. He bu arada ben kendisine sınavdan sonra buluştuğumuzda sanırım Hukuk okumam için Ankara'nın en doğru tercih olacağını onun ise daha güzel bir şehir tercih etmesini böylelikle yazları onun yanına rahatlıkla gelebilirim bahanesini kullanarak onu ikna etmiştim. Aslında gerçeğim, yirmi yaşında babasının sözünü dinleyen aptal bir sümsükten başka bir şey değildi. 

- Çok güzel bir şehir. Gerçekten rüya gibi. O kadar insanın neden burayı istediğini şimdi daha iyi anlıyorum. Peki ya Ankara?
- Ankara? Ankara çok güzel gerçekten her gün sevmek için başka bir bahane buluyorum. 

Sanırım hayatınızla ilgili geri dönüşü olmayan kararları yirmi ila yirmi sekiz yaş aralığında veriyorsunuz çünkü ben yirmi başında ilk geri dönüşü olmayan kararımı vermiştim. Bir şekilde İzmir'de olmalıydım. Bir sene boyunca telefonda birbirimize yaşadığımız deneyimleri, gezdiğimiz yerleri, tanıştığımız insanları ve İpek aşık olduğu çocukları anlatıyordu. Mutlu olduğu zamanlar onu dinlemek bana çok iyi geliyordu çünkü sesi gagasıyla yumuşak bir talaş yığınına dokunan kuş gibi inceliyordu. Konuşmalar esnasında sürekli gülümsüyor, anlatırken ne anlattığını unutuyor ve en önemlisi bu aptal hallerine en çok kendisi gülüyordu. Ben de istemsizce onun mutluluğu karşısında kağıdı kalemi bırakarak dünyanın en zahmetli işi olan mutluluğu tadıyordum. Fakat ne zaman uğradığı ihaneti, kaldıramadığı bir acıyı anlatsa bana da bir taş oturuyordu. İlk rakı bardağıyla tanışmam onun şerefiyle olmuştu yine onsuz ama. Sanırım bu hayata dair bir çok ilkim İpek sayesinde ama İpek'siz oldu. Ne acı! Onun acısına bir şey yapamamak erkekliğimden utanmam için gayet yeterli iken kendime çare olarak daha çok ders çalışmak gibi sikimtrak bir sonuç çıkartınca gözlerim de artık neye ağlayacağını şaşırmıştı. 

***

- Oha! Ciddi misin? Sana hemen Buca taraflarından ev bakalım ben buralardayım çünkü.
- Tamam sen biliyorsun oraları. Sen nasıl dersen öyle olsun.
- Tam uçak saatini söyle bana. Ona göre almaya geleceğiz seni.
- Gerek yok gelirim ben. O kadar zahmet etmeyin.
- Orhan'ın arabasıyla geleceğiz. Zaten o da çok tanışmak istiyor seninle biliyorsun.
- İyi tamam 14:30 kalkış 

İpek ve Orhan. Peki bu sefer ki tamam mıydı? Üstelik şimdi ben de yanlarında olacağım. Ne hissetmem gerektiği konusunda bir şey bilmiyorum. Bu arada ben size İpek'ten bahsettim mi? İpek, benim ilk gök kuşağım. Her daim en yakınımda olan ve benim için çoğu kez fedakarlıktan çekinmeyen güzel kadın. Ben de onun için kendimde keşfetmediğim daha doğrusu bilmediğim çoğu duygumu tattım. O yüzden hayatımızın geriye kalan kısımlarında onunla ayrılmamaya karar vermiştik. Sanırım ilk defa birleşiyorduk bir biraz garip durumdu ama olsun her şey adına yani yaptığımız tüm planlar adına bizce güzel bir başlangıçtı. İkimiz de bunun farkındaydık sadece birbirimize çaktırmıyorduk. 

İpek'in evinin hemen arka sokağında güzel tatlı küçük bir ev tuttuk bana. Babama ise bir süre bu durumdan bahsetmemeye eğer durumlar çok karışırsa program değişikliği ne bileyim seminer gibi bir bahane bulup geçici çözümler bulabilirdim. Açıkçası şu an düşünmem gereken kısım babam değil artık İpek ile geceleri telefon konuşmaları yerine birlikte çay demliyor, rakı içebiliyor ve tüm düşlediğimiz hayallerimizi yavaş yavaş yaşamaya başladığımızı hissediyor olmaktı. Bir de Orhan ile tabii... 

Yaklaşık 3 ay sonra İpek'in artık tamamıyla mutlu olduğuna inanmıştım. Hiç bir sorun çıkmamış ve yaşadığı her şeyden gayet memnundu. Hayatını seviyordu. Benim neden içimde kuşkular olduğunu ben de bilmiyordum ama bu tablo benim bu kuruntularıma son veriyordu. Onun için endişelenmelerim azalıyordu, uykuya daha kısa sürede dalabiliyordum. Orhan'ın olmadığı zamanlarda sürekli Orhan'dan bahsediyor ona yaptığı küçük sürprizlerden ve ne kadar ince düşünceli olduğundan bahsediyordu. Aslında bir yerden sonra dinlemek sıkıcıydı ama anlatılan her şey İpek'in kalbinden geliyordu bana. Dudaklarına değen her sözcük bir kokuya bulanıyor, bir renge sahip oluyor öyle ulaşıyor bana. Sanırım söylediği her kelime her cümle içimde kendi kendine yer buluyor ve bana dokunulmaz sihri yaratıyor. Sanırım artık kendimi koparmam gereken ve koparırken de bağlamam gereken başka duyguya sahip bir hayat vardı önümde.

İzmir sahiden çok güzel bir şehirdi. Kızlarının neden bu kadar güzel olduğunu, balıklarının ne kadar insan ağzı için yaratıldığını hatta midyelerin içerisinde neredeyse tümünde inciler olduğunu düşünür hale gelmiştim. Okul hayatım ise pek umursamadığım şekilde ilerliyordu. Nedense trafik kavgalarını izlemek ya da cafelerde en azından bir kaç yıllığına beni idare edecek ortamlar kurmak daha eğlenceli geliyordu bana. Yine de kalbim şu saçma sapan aldatma ve aldatılma hikayeleriyle karşılaşacak diye ödüm kopuyordu. Dışarıda daha fazla vakit geçirince başka insanlar tanımaya başlayınca bir süre sonra alışkanlığınız olan insanları daha az görmeye başlıyorsunuz. Bu sevgilerinden bir şey azaltıyor anlamına gelmiyor ama sadece daha az görüyorsunuz hepsi bu! Üstelik bu kadar güzel kız varken... Anladınız işte!

Şu Selim, birazcık ağzı bozuk ama sanırım nasıl konuşulması gerektiği konusunda ilginç yetenekli birisi. Böyle istediği zaman durdurulamaz bir duygusallık istediği zaman ise inanılmaz eğlenceli bir dili oluyor. Tabii kızlar nedense böyle çocukla zaman geçirmek için çok fazla düşünmüyorlar. E ben de yanında olduğum için kendi payımı almaya çalışıyorum. Kalbi iyi ama bakmayın böyle dediğime. Zararsız bir çocuk.

- Bu akşam plan yapmıyorsun temel atacağız.
- O ne demek?
- Yeni planlar ve yeni başlangıçlar...
- Siktir git lan manyak herif adam akıllı söylesene ne işte.
- Dışarı çıkacağız işte oğlum ya. Sen de alış artık her şeyi iki defa açıklamak zorunda kalmayalım sana.

Kapıda duran adama selam verdiği bir mekana girdik. İki kişiydik ve yüksek sesli bol ışıklı bir mekan için fazlasıyla çıplaktık. Fakat bu nasıl oluyorsa kendisini haddinden fazla rahat hissediyormuş gibi geliyordu bana. Ben de altta kalmamak için onun yaptığı şeyleri yapmaya çalıştım. Bir ara kulağıma gelip "Şimdi kendin için yap" deyince önce gülümsedim sonra küfür ettim. Küfür ettiğimi duydu ama bunun iyi niyetli bir küfür olduğunu biliyordu. O yüzden kırmızı kalın pipetini dudaklarıyla sıkıştırarak içkisinden birazcık çekti yutacak sandım bir anda başını kaldırarak havaya püskürttü. İçki damlaları yan masamızda duran hanımlardan birisine çarpınca, "ah çok afedersiniz üzerinize en sevdiğim içkiyi damlattım ve içkim azaldı" diyerek uzaklaştı. İşte sanırım artık gerçekten çıplaktım.
Tamam kabul ediyorum müzikler eğlenceli, ışıklar güzel ve günlük sıkıntılardan birkaç saatliğine uzaklaşmak için muazzam bir fırsattı. Pekala o halde dans!

***

Dördüncü içkimi aldığım için barmenle artık selamlaşıyorduk. Sakallı renkli gözlü bu oğlana benim bile içim gitmişken kim bilir barı temizledikten sonra dükkanı kimlerle kapatıyordur diye düşündüm. Tabii içimden düşündüm bunları o sırada dirseğim ile bardan destek alıyordum ve diğer boşta kalan elimle ağzımın kenarından akmakta olan salyamı siliyordum. Böylelikle henüz sarhoş olmadığımı millete kanıtlarken kendi içimde göt gibi olduğumu kabul ediyordum. Dördüncü içki diyordum. Aldım ve tekrar masama geçip dans etmek için birden döndüm, döndüğüm sırada birisiyle çarpıştım. Çarpışmanın etkisiyle içkimin komple döküldüğünü farkettim. O sinirle Vaaav diye bağırdım. Gözümü açtığım zaman karşımda böyle orjinal sarı ama değişik bir sarı saçları olan beyaz tenli birisini gördüm. Biraz korkmuşa benziyordu. Hemen durumu toparlamak için;

- En sevdiğim içkimi çarptım. Şimdi kendime bir tane daha ısmarlayayım. En sevdiğim içkimden içmek ister misin?

İlk başta cevap vermedi başını öne eğerek gülmeye başladı. Daha sonra içkiye bulanmış ellerini temizlemeye çalışırken başını kaldırdı ve bana baktı.

- Ne ki en sevdiğin içki?
- Selim'in özel içeceği.
- Hayır adı ne adı?
- Selim dedim ya.
- Yahu onu sormuyorum. İçkinin adını soruyorum.
- Ya Selim'in özel içeceği diyorum ya.
- Nasıl yani içkinin ismi bu mu? İlk defa duyuyorum.
- Evet o öyle söyleyince veriyorlarmış. Bana da o tembih etti.
- Bütün gün "Selim'in özel içeceği" diyerek mi sarhoş oldun.
- Ben sarhoş değilim ki.
- Genelde kimse sarhoş olmadan çıkmaz buradan. Yani kafa bulmaya gelirler.
- O zaman sarhoş olalım?
- Olalım bakalım.
- Bize iki tane Selim'in özel içeceğinden.

***

İzmir'de son seneymiş. Bir çok sıkıntı yaşamış ve sanırım artık bu şehirden gitmek için yeteri kadar bahanesi varmış. İlk geldiği zaman hissettikleri ile şu an hissettiklerinden bahsetti. Tatlı konuşan birisi. Böyle konuşurken sürekli gözlerini sana dikiyor başka yere bakmıyor. Mecburen sen de ona bakmak zorunda kalıyorsun. Aslında çok zayıf ama, yanakları birazcık dolu dolu nedense hiç göze batmıyor aksine inanılmaz bir tatlılık katıyor ona. Sanırım benden ötürü olacak ki eline sinmiş olan içki kokusundan kurtulmak için sürekli ellerini birbiri ile paspaslıyor. Bir süre sonra bunun alışkanlık olduğunu fark edince her yaptığında gülmeye başlıyor. Hikayesini anlatırken çok çekingen bir tavrı yok. İlk aldatılışından sonra ilk aldattığından bahsetti. Tenindeki dövmelerden bahsederken belini açtı ve gösterdi. Nedense açtığı sırada ben gözümü devirdim. Bunu farkedince gülmeye başladı.

- Korkma be! Soyunmuyorum sana.
- Yok ondan demedim.
- E ne o zaman o göz kaçırmalar.
- Bilmem belki utanırsın diye.
- Ben kendim açıyorum zaten neden utanayım.
- Ne bileyim ya işte öyle birden şey oldu.
- Ne oldu ilk defa mı gördün sanki?

... Sanki mi? Daha önce kimseyle birlikte olmamıştım ben. Kimseyle sevişmemiştim. Hiçbir kadının belini açık dokunmamıştım, kavramamıştım. Ben bunları düşünürken gözlerimi Elçin'in gözlerinin içine bıraktığımı da farketmemişim. Düşüncelerim gözlerime yansımış ve keskinleşmiş. Elçin bir süre bana baktı;

- Ciddi misin?

2. Selim'in özel içkisinden içtikten sonra dans etmeye başladık. Elleriyle yanaklarıma dokunuyor ve bu hiç alışık olmadığım bir kadının avuç içleriydi. Evet terli ama kokusu farklı ve fazlasıyla çekiciydi. Yanaklarımda gezdirdikçe parmak uçlarını öpüyordum. Kollarıma dokunmaya başladı, tüylerimin diken diken olduğunu farkedince sırtıma göğsünü yasladı. Bu durumdan zevk alıyordu ama, asıl zevk getirmek istediği bendim ve beni ellerinin içerisinde oyuncağı gibi oynatıyordu. Ben ise hiç rahatsız olmayarak onun oyuncağı olmayı çoktan kabul etmiş ve kısılan gözlerimin açık kalması için direniyordum. Arkama geçip bedenini sırtıma yasladı. Elleriyle yavaş yavaş kollarımdan bileklerime ve bileklerimden avuçlarıma indi. Daha sonra masanın altında yani diğer kimsenin görmeyeceği biçimde belime dokunmaya başladı. Ben kimsenin anlaması için ellerimle bardağımı tuttum ve masaya dayandım. Arkamdan ensemi öpüyor diliyle saç köklerime dokundukça boynumu hareket ettirmekten geri alamıyordum. Diliyle ısıttığı yeri soğuk nefesiyle dolduruyor, sonra gülünce de dudağından çıkan alevler ensemi kaplıyordu. Ensemi kaplayan sıcaklık ise başka bir şeyi harekete geçiyordu... Bunu hissetti! Masanın altından elini pantalonumun önüne doğru getirdi. Üzerinden dokunmaya başladı. Birileri bize görecek diye ödüm kopuyordu ama, bu an bitecek diye daha çok korkuyordum. Dokunuşları gittikçe sertleşti. Bu sanırım benim dışımda ve sünnetçimin dışında penisime dokunan ilk yabancıydı. İlk kez dokunuyordu ama kıvrımlarını çok iyi biliyormuş gibi hareket ettiriyordu elini. Başımın ağırlığı fazla gelince masaya doğru eğdim. Bir anda kemerimden tutarak beni çekmeye başladı. Masadan ayrıldığımızı farkettim. Nereye diye sormadım. Üst kata çıktık ve WC yazan kapıdan içeriye girdik. Önce beni içeriye atıp arkamdan kapıyı kapattı.

- Saçmalama bu çok tehlikeli.

İlk başta içkimi döktüğüm zaman yaptığı gülümsemenin daha keskinini yaptı ve arkasını dönüp kapıyı kilitledi.

- Artık değil.

O an bir şey oldu bana. Nefesimin kesildiğini ve tıkandığımı hissettim. Çaktırmamak için zor tuttum kendimi. Muhtemelen benden bir adım bekliyordu ama o an ilk olarak ne yapmam gerektiğini bilmiyordum. O bir şey yapsa ben devamını getirecektim ama, ben ne yapmam gerektiğini tam olarak bilmiyordum. Bana baktıkça gözlerimi kaçırmaya başladım. Çok fazla zamanımız yoktu biliyordum ama, şu kalbimin ritmini bir ayarlayabilsem bir şeylere başlayacabilecektim. Lan bu benim ilk sevişmem. Üstelik olabilecek en sıradışı şekilde hadi ama, kendine gel ve başla artık diyorum içimden. Sonra ellerini iki yana kaldırıp.

- E hadi ama terim soğuyor.
- Tamam o halde. Şey... Eee.. Öpüşmek ister misin? Yani öpüşmek istersen ben de isterim öpüşmek ne bileyim biraz yumuşatır mı?
- I ıh! Yalnızca kendi ağzımda içki kokusunu severim. Diğer türlü pek sevmem ama, öpme konusunda bir şeyler yapabilirim.

Dedi ve... Tahmin edemeyeceğiniz şekilde o pis tuvalet yerlerinin üzerine diz kapaklarını koydu. Yani o kadar pis olan yerlere nasıl oluyor da dizlerini koyabiliyor pantalonunun kirleneceğinden hiç mi korkmuyor? Kim yıkıyor o pant... Diye tabii düşünmedim. İnanılmaz bir şeydi bu. Ona teşekkür etmek istiyordum. Yani her ne yapıyorsa sanırım teşekkür etmem hatta minnet duymam gereken bir şeydi bu... Birkaç saniye sonra alışmaya başladım. Ellerimle saçlarını topladım. Başını kaldırıp gözleriyle bana bakıp gülümsedi. Hayatımda ilk defa bir gülümsemeyi tenimde hissetmiştim. Çok garipti.
Pantalonumu yarım çıkardım için telefonumun titrediğini hissettim. O devam ederken ben eğildim ama bir anda elimi tutup bir bakıma "bakma" demek istedi. Benim için sordun değildi. Birkaç saniye sonra bir daha çalmaya başladı. Önemli bir şey olacağını düşünüp aldım. İpek arıyordu....
Telefonu açtım hemen. Elçin ben telefonla konuşurken devam etmek istedi ama nedense telefonu açmadan önce bu işe bir son vermesi için geri çekildim. Telefonu açtığımda ise yalnızca "Ne olur hemen gel" diye bir ses duydum. Telefonu kapattı. Elçin benim telefonu kapattığımı görünce tekrar ağzıyla bana doğru yaklaştı ama ona hiç bakmadan elimde alnını tuttum. Ben tutunca şaşırıp bana baktı. Ben de ona bakarak;

- Özür dilerim gitmem gerekiyor.
- Dalga mı geçiyorsun?
- Hayır gitmem gerekiyor?
- Orospu çocuğu bar tuvaletinde yaptığıma bak nereye gidiyorsun?
- İpek aradı.
- Ulan madem sevgilin var ne diye bana masum çocuğu oynuyorsun?

Söylediği söz çok kafamı karıştırdı. Bir yandan düşünürken bir yandan toparlanıyordum. Elçin'in dakikalarca zevkle sıyırdığı kemerimi birkaç saniye içerisinde eski ve daha sıkı hale getirdim. Ellerimi yıkarken Elçin'in eliyle ağzını sildiği ve barın duvarına yaslanarak saçlarını geriye doğru attığını aynadan gördüm. Dönüp tekrar özür diledim.

- Kim bu İpek? Sevgilin mi?
- Hayır.
- Neyin lan o halde? Bu yaptığın ne şimdi?

Son sorusunu duyup cevap vermeden çıktım. Barda kimsenin bana baktığını düşünmeden ve içtiğim Selim'in özel içeceklerini yine Selim'in ödeyeceğini bildiğimden rahatlıkla mekandan çıktım. Fakat ters giden bir şeyler olduğunu fark ettim. Sanırım aşırı yüksek sesli müzik ve aşırı zevk patlaması sonucu muazzam bir sarhoşluğa ulaşmıştım. Nedenini bilmediğim bir şekilde İpek'e doğru koştuğumu farkettim. Ona giderken koşuyordum. Neden koşuyordum? Bu kadar hızlı gitmek isteyişim nedendi? Koşarken ise kendime sorduğum tek soru sahiden İpek benim neyimdi? Bir telefonu ile kapısına gideceğim bu kadın benim neyimdi? Neden bu kadar tarifsizdi?
Binaya yaklaştığımı gördüm alt kapı şansıma açıktı direkt daireye çıkıp kapıyı yavaşça kaldım. Bir süre sonra İpek kapıyı açtı. Kapıyı açtı ama sanki açmadan önce tüm her şeyi kapatmış gibiydi. Yüzüne bakınca anladım. İçeri girdim. Kapıyı yavaşça kapattı. Salonun ortasına gelip ayakta durdum ve etrafa baktım. Arkamdan geldi yanımda durdu o da salak salak etrafı izlemeye başladı.

- Neden böyle bir şey yaptı bana?
- Tamam düşünme şimdi boş ver.
- Nasıl düşünme ya? Nasıl düşünme başkasıyla ya düşünebiliyor musun?
- Tamam düşünme işte ya düşünme!
- Ya başkasıyla diyorum nasıl çıkarayım aklımdan
- Düşünme lan işte düşünme sokma aklına bırak siktirsin gitsin o zaman
- Kolay mı ya? Ya ben, ben seviyordum ya ben gerçekten nasıl ya?
- Nasılı yok böyle işte. Böyle oluyor işte
- Ne demek böyle oluyor dalga mı geçiyorsun benimle sen bunun için mi geldin?
- Niçin geldim lan ben? Niçin geldim ben? Beni neden aradın? Arayacak başka adam yok muydu? Arkadaşın yok muydu? Beni neden aradın? Ben neden geldim?
- Aklıma ilk sen geldin?
- Ne zaman aklına ilk geldim ben he? Ne zaman başka aklına ilk ben geldim. Canın yanınca mı? Başkaları seni siktir edince mi? Başkaları başkalarının koynuna girince mi? Ne zaman ilk olarak aklına ben geldim senin?
- Nasıl böyle konuşuyorsun?
- Böyle konuşuyorum işte. Ne oldu da ilk aklına ben geldim he? Ne zaman ilk aklına ben geldim senin. En son kartın ben miyim senin hep. Ulan senin için İzmir'e geldim. Bir telefonunla anasının amından kalkıp geldim. Peki ya ben? Ben ne zaman ilk olarak aklına geldim senin?
- Şaka yapıyorsun değil mi?
- Siktir git lan! Ne şakası! Ulan ben... Ya siktir git! Acıyorsan eğer acıma bana. Öyle bakma ben mutluyum bana acıyorsan acıma. Barda Elçin'i bıraktım geldim senin için. Ama kimsin lan sen? Kime geldim ben?
- Ben, yani ben aslında seninle konuşmuştuk yani daha doğrusu sana gönderdiğim zaman yani çok eskiden çok saçma biliyorum ama şey düşünmüştüm yani..
- Ne düşünmüştün? Ne zaman düşündün sen beni? Ulan hayatımın ilklerini henüz adımı bile bilmeyen kızlarla yaşıyorum. Ölüyorum lan senin yüzünden. Hemen yan odanda uyuyorum ama sen içeride başkalarıyla uyuyorsun diye ben yastık ısırıyorum. Ne düşündün sen? Başkalarının kollarında ısınırken benim üşüdüğümü mü düşündün! Siktir git lan, Siktir git!

Gece vakti olduğu için komşuları rahatsız etmemek için kapıyı yavaşça kapattım. Kapatırken son kalan boşluktan salona son kez baktım. İpek gözlerini büyütmüş kapıya bakıyordu. Kapıyı kapattım. Dedim ya insan geri dönüşü olmayan kararları yirmi ila yirmi sekiz yaş aralığında alıyor. Kafamın güzelliği ile 9 numaralı bir cam kenarı koltuğunda yolculuk yaparken buldum kendimi. Işıklar geçti, ağaçlar geçti derken uyandım. Sanırım bir roman yazılsa en anlamsız ve heyecansız geri dönüş hikayesi olurdu bu. Sabah 10:48 gibi Denizli'ye indim. Otogarın o iğrenç kadife kokusu bana nedense terk ettiğim ve kaçtığım evin kokusunu hatırlattı. Bavul denilemez ama tatlı küçük bir valizim vardı. Otogar çıkışındaki camiiye gidip yüzüme yıkadım ve eve doğru yürümeye başladım. Dün gece sarhoşluğumun bu şekilde ayılacağı aklıma gelmezdi. Okulun önünden geçtim. Geçerken bakmamaya çok direndim. Fakat o tost yediği köşeye gelince istemsiz olarak bakmak istedim. Ne şans ki ders saatiymiş orada kimse yoktu.

***

Babamın nasıl tepki vereceği açıkçası korkularım arasında yer almıyordu ama, herhangi bir kavgayı daha kaldıramazdım. Ne olacaksa olsun dedim ve kapıyı çaldım. Babam açtı. Beni görünce ilk başta çok şaşırdı. Şaşkınlığını gizlemek için valizimi alıp içeri girdik. Sarıldı bana. Neden habersiz geldiğimi bir sorun olup olmadığını sordu. Onu geçiştirmeye çalıştım. Yorgun olduğumu anlayınca çok üstelemedi. Valizimi odaya yatıp yatağa olduğu gibi uzandım. Bir süre uyukladıktan sonra babam gelip üstümü çıkarıp beni yatırdı. Uyumuşum. Çocukluğumun kokusu içinde uyumak büyüdüğünü anlamanın en acı yoluymuş. Akşam üzerine doğru kendime gelince hemen kalktım yataktan. Evde sessiz hareketlerle babamın beni farketmemesini sağlamak istiyordum. Mutfaktan bir ses duydum. Kaçmak mümkün değildi.

- Uyandın mı?
- Uyandım uyandım
- İyi misin?
- İyiyim.
- Otursana kahve içmek ister misin?
- He yok ya! İyiyim baba sağ ol.

Babam o an elindeki her şeyi bıraktı. Uzun uzun bana baktı. Bir şey söylemek istiyordu, tavsiyeler, nashiyatlar çıkacaktı ağzından belliydi ama ne kendini yormak ne de beni yormak istiyordu.

- Şımarıklık yapmak istemem oğlum ama, sen benim kanımdansın. Bir derdin olduğu zaman bana benzersin. Anlarım yani.

Nedendir bilmem kendimi inanılmaz güvende hissettim. Babam o sırada uzun uzun bakmaya devam ediyordu bana. Sanırım babama ayrılığımız yaramış diye düşündüm. Beni özlediği her halinden belliydi ve sanırım bana kızmayacak kadar özlemişti beni. Onu öyle görünce anlatacak başka kimsemin olmadığı fark ettim.

- Şu ilkokulda bir kız vardı hatırlıyor musun?
- İpek mi?

Babamın adını hatırlıyor olması çok garip gelmişti bana. Güvenim ve hikayeyi anlatma isteğim daha da yükselmişti. Ona karşı işlediğim tüm günahları yaptığım tüm hataları hatta ona söylediğim tüm yalanları bile itiraf ederek hikayeyi anlatmaya başladım. Babam beni çok dikkatli dinliyordu onu öyle dinlerken gördükçe daha detaylı anlattım. Bittiği zaman ise babamın bir yorum yapmasını bekliyordum. Evet ben hikayemi anlattım acımı, derdimi paylaştım ama, babam bir şey söylemediği için birazcık gerilmiştim. Acaba benden bir şeyler duymak için bana böyle iyimser babayı mı oynadı? Birazdan elini masaya vurup bağırmaya mı başlayacaktı. Gözleri masada elleriyle masanın desenlerini kurcalıyordu. Ben iyice gerilmeye başladım. Babam bir süre sonra masadan kalktı. Arkasından bir şey demeden izlemeye başladım. Ben hikayemi anlattım ve bir şey demeden kalkıp gitti mi? Neydi şimdi bu diye düşünmeye başlarken odasından sesler gelmeye başladı. Bir şeyler kurcalıyordu. Dolabından çekmece sesleri geldi. Biraz daha kurcaladı sonra dolabın kapağını kapattı. Biraz bekledikten sonra mutfağa doğru tekrar yürüdüğünü duydum. Gözlerim merakla kapıda onu bekliyordum. İçeri girdi elinde bir şey vardı. Ne o diye düşünmeye kalmadan elindekini masaya fırlattı.
Bir defter...

- Ne bu?
- Sana bir hediye.
- Bana hediye mi?

İçini açtım. İlk sayfasında "Hayallerimizi yazmaya ve sonra bir ömür yaşamaya var mısın?" diye bir not vardı. altında ise içi boyanmış el çizimi bir kalp bir ucunda İpek diğer ucunda ise silinmeye çok müsait bir soru işareti. Hem soruyu soruyor hem de ismimi yazmamı istiyordu yani. Yani mi? İpek mi?

- Ne zaman geldi bu?
- Sınava girmeden bir gün önce
- Hangi sınava?
- Üniversite sınavına.
- İpek o gün telefonda hatırlıyorum bana bir şeyler ima ediyordu. Benim görmediğimi mi düşündü yani ya da kabul etmediğimi mi? Bir dakika. Neden vermedin baba?
- Ben sadece bir şeyleri öncelikle kazanmanı istiyordum.
- Baba bu... Bu çok garip. İpek bu yüzden mi?


İpek, biz yıllar önce sınava girerken bana bir teklifte bulunmuş. Benim yıllarca bundan haberim olmamış. Onu hep reddettiğimi düşünmüş olamaz herhalde. Şu an ne hissettiğimi bilmiyorum. Odama koştum henüz açmadığım valizi tekrar alıp evden koşar adım çıktım. Babama kızmadım yani bilmiyorum kızdım aslında ama şu an öyle bir duyguya yer ayıramayacaktım. İpek'e koşarken buldum yine kendimi. Elimde bir defter ve diğer elimde valiz ama bu sefer kilometrelerce mesafe vardı aramızda. Daha hızlı koşsam bile ona kavuşmam öyle hemen olmayacaktı. Uykusuz yüzüm bir anda ilginç bir gülümsemeyle kaplandı. Otobüse bindiğim zaman kalkması için sürekli etrafımı kontrol ediyordum ama, bunun hiçbir katkısı yoktu. Dün gece İpek'e nasıl bağırdığım neler söylediğim aklıma geldi. Kötü düşünceler ile boğuşurken bütün bunları yok edecek başka bir şey bir anda gözlerimi parıldatıp kalbimin varlığını hissettirdi bana; Aslında ben onun aklına ilk önce gelmiştim...
Otobüs kalkmadan önce defter elimdeyken aklıma daha iyi bir fikir geldi. Muavinden kalem rica ettim. Defterin ilk sayfasını açıp ilk gerçekleştireceğimiz hayalimizi yazmak istedim. Kalemin kapağını açtım ve düzgün bir yazıyla...

Geliyorum...

21 Ekim 2018 Pazar

Gelen oydu yine ama o değildi artık.

- Düzelir değil mi aramız?
- Düzelir tabii. Merak etme, üzülme!
- O kadar kolay değil.
- Biliyorum ama, çalış işte.
- Ben böyle aramızın kötü olmasını istemiyorum.
- Halledersiniz.
- İyi ki varsın.
- Sen de...

Sonra evine gidişini izliyorum işte. Önce apartmanın ziline basıyor, bir süre o küçük ışıkları olan cihazdan "Kimsiniz?" sorusunu bekliyor ve soru gelir gelmez alışkanlığı ile "benim" diyor ve kapı açılıyor. Ne kadar sihirli bir olay değil mi? İnsan hiç kendisini demirden dövüşmüş koyu yeşil renkli bir apartman giriş kapısına benzetir mi? Hiç ortak yanımız yok değil mi? Ortasında hatta koca gövdesini kaplayan görkemli camı fakat birazcık kuvvetli itsek tuz buz olacak o görkemli cam, ne kadar da güzel tarif ediyor o kapının önünde ikimizin birden öyle duruşunu. Sonra işte yukarıya çıkıyor eve girer girmez odasının camına çıkıp bana el sallıyor. Bu rutin bizim aramızda "Güvendeyim, gidebilirsin" demekti ama gel gelelim hiç bir zaman o camın önünden ayrılırken tam olarak güvende olduğuna inanmadığım gecelere teslim etmişimdir onu. Bu arada o dediğime bakmayın bu şekilde yabancılaştırıyorum kendime ve sanki böyle söyleyince daha bir uzakmış gibi geliyor bana. Üstelik hemen burnumun ucunda ona yer yaptığımı sanki benden başkası biliyormuş gibi... Adı Sema, anlamı aşikar.
Güzel Sema, ilkim Sema...

Sema'nın en yakınıyım ben. Babasının gazete haberlerini okurken ettiği küfürlerden nasıl rahatsız olduğunu ve bir gün avukat olduğunda bununla ilgili yasalar öne süreceğini her sabah okul yolunda bana anlatırdı. 14 yaşında iki çocuk ya da iki genç için sabahları sinir bozucu hayaller kurmak çok eğlencelidir. Sokağın tam köşesinde dükkanları olan eczanecinin kibirli babasının bir gün birlikte nasıl döveceğimizi düşünürken hep sağ elini omzuna koyarak gülerdi Sema. O yüzden ben o hayali kurmayı çok severdim. Gerçi bir yerden sonra ezberlediğin şeyin artık hayal kurmak olmadığını biliyor olsan da... Sema'nın en yakınıyım diyordum. Dostluğumuz, annesinin bir gün Sema'ya bisiklet sürmeyi öğretmesi ile başlamıştı. Ben parkta bisiklet sürerken Semalarda geldi (Annesi ile). Sema düşmekten korktuğu için bir türlü annesinin bisikletinin selesini bırakmasını istemiyordu. Annesi ne zaman ellerini çekmeye yeltense bu çığlık çığlığa bütün parkı inletiyordu. Bir de saçlarını toplamamış. Bir ayağını yere koyar koymaz incecik bilekleri ile saçlarını iki yanına atıyordu. Daha sonra annesi beni fark etti.

- Sen bisiklet sürebiliyor musun?
- Evet efendim.
- Düşmekten korkuyor musun?
- Hayır efendim.
- Daha önce hiç düştün mü?
- Evet efendim düştüm
- Bir şey oldu mu?
- Hayır efendim.
- Hadi düş bakalım bir daha bakalım bir şey olacak mı?

Annesi için el oğlunu harcamak yani hiçbir şeye takılmadan yere düşürmek çok acınası bir durum değildi. O an için benim içinde öyleydi kolayca kendimi gözden çıkardım çünkü o Sema'nın denilen kızın birkaç saniye bana bakmasını sağlayabilirdim. Neyse atladım bisiklete bir iki pedal çevirdikten sonra düştüm. Aslında düşmek için pedal çevirmeme gerek yoktu pedal çevirip düştüğüm için biraz hızlı düşmüşüm ve dizim yerde birazcık sürtünmüş. Birazcık ama. Gözümü açtığımda "geçmiş olsun çok korkuttun bizi" diyorlardı. O an fark etmemişim ama başımda birazcık sürtünmüş...

Neyse sonra bunlar bize geldiler özürler, af dilemeler, gönül yapmalar falan derken annelerin arası çok iyi oldu. Bir de bana hediye saat almışlar. Bazen annesinin işi olurdu Sema'yı bize bırakırdı. Düşün o yaşta hayatımın en güzel krizlerini yaşardım. Bu dörtlü kız takımı içeren bir çizgi film vardı sarışın, kızıl, esmer gibisinden. Bu tutturmuş ben kızıl olan savaşçıyım diye illa izleyecekmiş onu. Ben bir yandan kendi gururuma yediremiyorum böyle bir şeyin izlenmesini bir yandan da kıza diyemiyorum ki sen kızıl değilsin siyah olanı seçsene diye. Sonra kanal değiştirme kavgamız başlardı. İkimiz de istediğimiz şeyleri izleyemezdik ama kavga ederken hep gülerdik. Sanırım biz kavga etmeyi seviyorduk.

İşte böyle olunca biz hep beraber büyüdük ve hep beraber kavga ettik. Nasıl oldu bilmiyorum ama, o dışarıyı fark edebildi. Fakat ben ondan daha iyisinin olduğuna inanmadım. Hep onda kalmak istedim. Bizim üst sınıftan Alper vardı. Yakışıklı çocuktu, eğlenceliydi, biraz da kavgacı birisiydi. Yani neresinden bakarsanız bakın dikkat çekici ve o yaşlarda ki kızların istediği tüm özelliklere sahipti. Ayrıca en önemli detay öğretmenlerden korkusuzca gömleği dışarıda gezebilirdi. Ben ise sınıfta var olan bütün erkeklerin kravatlarını öğretmenler zili çalar çalmaz bağlayan kişiydim. Aramızdaki taraf seçme olasılığını size bırakıyorum.

- Beni sinemaya davet etti.
- Oh süper.
- Süperde laf mı oğlum. Resmen çıkma teklifi etti bana kızlar delirecek.
- Yalnızca kızlar için mi mutlu oluyorsun?
- Nasıl yani?
- Yani kızlar seni kıskanacak diye mi mutlu oluyorsun?
- Kendine gelir misin? Alper ile çıkacağım. Bana ne kızlardan!
- Haklısın. Çok sevindim.

O zaman meşhur bir film çıkmıştı. "Wicker Park" yani ne kadar genç olursanız olun bazı konularda altın vuruş yapmayı çok iyi bilebilirsiniz. Ben ise bunu tam koca mısır kutularının arasında gizlenmeye çalışırken 5 numaralı salona ikisini birlikte girerken görünce anladım. Hiç olmaz ama o an film benim için acayip merak uyandırdı ve ben de kendime bir kişilik bilet alarak izleme kararı aldım. Ama ne hikmetse salonun en arka koltukları hep ikişerli şekilde doldurulmuştu yalnızca aralarda tek kişilik boşluklar vardı ve ben hangi boşluğun doğru boşluk olduğunu bilmiyordum ama ayrıca ikişerli şekilde koltukların üstelik en arka koltukların dolu olması anlamsız şekilde canımı sıkmıştı. Tahmin edildiği üzere salondan çıkarken film hakkında birkaç söz hakkı olan tek kişi bendim. Çünkü yalnızca ben filmi izlemiştim. Diğerleri ise kızların sadece "Yeter daha ileriye gitme" sesleri ve erkeklerin ise sadece "bir şey olmaz ya" gibi basit ikna etmeyici ama ikna edeceğine inandırılmış sesleri duyuluyordu. Bizimkilerin de...


- Yarın doğum günüm. Sence bana bir şey yapacak mıdır?
- Eminim güzel bir şey hazırlıyordur.
- Doğru söyle seni aradı mı?
- Hayır gerçekten.
- Bak doğru söyle. Eğer aradıysa ve sen söylemiyorsan gerçekten küserim sana ve bir daha asla konuşmam.
- Hayır gerçekten aramadı ya.
- Çok heyecanlıyım. Bu gece nasıl uyuyacağım bilmiyorum. Burada kalsam olur mu?
- Olur. Yani istersen kalabilirsin tabii.

Yatağımın yastık koyduğum tarafı camın hemen yanındaydı. Yani başını yastığa koyduğun zaman birazcık gayret gösterirsen gökyüzünü ve yıldızları görebilirdin. Bunu benden başka bir de Sema çok iyi bilirdi. Burada kalabileceğinin iznini aldıktan sonra başını hemen yastığa koydu, yorganını karnının birazcık üzerinde kocaman bir top haline getirip sarıldı ve yüzünde kocaman gülümsemesi ile gökyüzünü izlemeye başladı. Ulan gökyüzü de acı veren manzara mıdır? sözünü ilk burada ettim ve henüz o bahsettiğim kapıya benzetildiğimi düşünmeden önce bir yorganı kıskandım. Sema uyuyamam derdi ama başı yastıkta bir kaç dakikadan fazla kalırsa her ne olursa olsun uykuya dalardı. Öyle de oldu. Sanki gözleri gökyüzünde, elleri kendi elleriyle yaptığı yorgan topunda uyuya kaldı. Bir mesaj sesi geldi. Mesaj banaydı...

- "O mor elbiseyi beğeneceğini ben de tahmin etmiştim. Yarın çok sevinecek. İyi geceler kardeşim. Sağ ol yardımların. Eğer bir gün çocuğumuz olursa senin adını vereceğiz :D :D"

Oysa Sema'nın, Alper'in bana seçenek olarak bile sunmadığı parlament mavisi elbiseyi birkaç gün önce bir moda dergisinde görüp kendi mezuniyeti için giymek istediğini bilmiyordu. Ben ise biliyordum. O hediyeyi alabilirdim. Ama ben kimdim? İleride olacak olan çocuklarının müstakbel isim babası mı? Yoksa Sema'nın en yakını mı? Yoksa ben...
Benim ikimizin olduğu fotoğraf çerçevesini açınca çok sevindi. Çünkü haberi olmadan çektiğimiz bir tane fotoğrafımızı fotoğrafçıda bastırarak çerçeve yaptırmıştım. Bana sarılarak teşekkür etti. Aslında beni ve benden önceki diğer hediyeleri geçiştiriyordu. Asıl hediyeye biraz daha yaklaştığı için heyecanlanıyordu. Sıra ona geldi. Elbiseyi eline aldı. Hiç beğenmediği halde çok beğendiğini söyleyerek ona sarıldı ve çok gariptir ki bu az önce bize sarıldığı sarılmalara hiç benzemiyordu. Onlar dışında herkes orada olduğu için kendilerini rahatsız etmiş bile olabilirler ama ben olmadım çünkü bir şekilde artık varlığımızın farkına varıp durmaları gerekiyor diye düşünüyordum. Durmadılar. Sanırım ben ondan sonra rahatsız olacak olmuşum ki bir kaç saniye sonra kendimi yolda yalnız başıma yürürken buldum.

- Ne demek ya bana bir şey söylemeden doğum günü partimden gidiyorsun?
- Gitmem gerekti. Sana söyleyemedim.
- Neye gitmen gerekti? Ne söylemedin? Yalan uydurup durma bana.
- Sema lütfen üstüme gelme artık.
- Üstüne geliyorum öyle mi? Ne bok yersen ye. En mutlu günümde yanımda olmayan bir arkadaş istemiyorum ben.

Dedi gitti. Ben size Sema'nın en nefret ettiğimden özelliğinden bahsetmedim. Yalan söylemeyi severdi ama bazen neyi gerçek söylediğini çok iyi bilirdim. Ve beni istemediğini çok iyi görebilmiştim. Sahiden de öyle yaptı. Konuşmadı benimle. Çünkü artık liseye giden, eteğini istediği kadar kıvırabilen hatta kendi makyaj malzemelerini alabilen birisiydi o. Çocuk ya da genç değildik artık en azından Sema için öyleydi. Sema'nın benimle konuşmuyor olması demek Sema'dan haberim yok demek değildi herhalde. Öyle düşünmediniz ya?

***

Kavalya'nın dönem ödevi notlarından daha değerli olduğunu bilmiyordum. Herkes yanına yakışacak en güzel ve en uyumlu kavalyayı arıyordu. Çünkü mezuniyet partimiz için herşey muazzam olmalıydı. Okul müdürüne o gün dizimin kırılacağını ve hastanede olacağım için mezuniyet partisine katılamayacağımı söyledim. O da bana dizimin kırılması halinde lise hayatıma tekrardan başlayacağımı söyledi. Liseye giden birisi için bu tarz tehditler gerçeklik payı içeren tehditlerdir.
Mezuniyet gecemizi düşünebiliyor musunuz? Kızların saçlarını, parlayan yüzlerini, ayakkabılarından fırlayan parmaklarını ve ağdaya dayanmakta en zengin çağlarını yaşayan kaşlarıyla tam bir toplama kampı gibiydik tek farkımız birilerimiz eğlenirken birilerimiz yani ben eğlencenin artık bitmesi için tüm şarkılara eşlik ediyordum. Gizli gizli salona alkol sokan sözde kahraman arkadaşlarımız kızların gözlerine çoktan girmeyi başarmıştı ve belkide bazıları bu gece için kiraladıkları arabalarda o genç kızlara en mutlu mezuniyet günlerinde, yeni hayatlarının ilk ödüllerini vereceklerdi.
Ben tabii ki yalnız değildim ama, Pervin'i atabileceğim bir araba kiralamamıştım. Çünkü Pervin ile evlerimiz birbirine çok yakında ve salona yürüyerek gelmeyi tercih etmiştik. Üstelik Pervin'nin ağabeysi ara sıra bana özel matematik dersleri veriyordu. Herşeyi geçtim Pervin bile benim onu arabaya atabileceğimi düşünmediği için topuklu ayakkabı giydiğinden ve yanına almayı unuttuğundan beni hemen dışarıdaki markete göndererek ped aldırmıştı.
 Yavaş yavaş gecenin sonuna yaklaşırken sahiden bazı arabalar çalışmaya başlamıştı. Işıkları takip ettiğim zaman hemen hemen hepsi ilk soldan dönerek fabrika yoluna giriyorlar.
(Fabrika yolu, hiç bir denetlemenin olmadığı yaklaşık 5 km'lik ağaçlı ve aydınlatmasız yol)
Sema ve Alper'in masadan kalktığı ve apar topar arabaya geçtiklerini gördüm.
Benim eğlence ve oyun buraya kadardı.

- Sema in arabadan.
- Anlamadım?
- Çabuk in arabadan Sema. Sen de arabayı durdur Alper!
- Ne diyorsun sen ya?
- Sema arabadan in hemen.
- Sen ne karışıyorsun lan? Oldu be. Bunca zaman konuşmayacağım seninle sonra gelip arabadan in, çabuk in abilikleri yapacaksın bana. Anam mısın? Babam mısın?
- Sema seni son kez uyarıyorum.

Son uyarımı ciddiye aldılar. Dedim ya şu Alper, sevilen ve eğlenceli bir tipti. Alper bana saldırmaya başlayınca nasıl oldu anlamadım ama birkaç kişi bir anda bana saldırmaya başladı. Hani ben Alper'e karşılık veriyor olsam saldırmaları normal ama ben zaten Alper'e karşılık vermiyorum neden daha fazla kişi saldırıyor çok manasız. Sonra arabaya binip gittiler. Gözlerim bulanık bulanıkta olsa takip ettiğim kadarıyla ilk soldan saptılar. Fabrika yolu...

***

Bu Sema'yı son görüşüm değildi. Ama uzun bir süre görmedim. Bu da şu anlama geliyor. Uzun bir süre boyunca uykularımda inleyen bendim. Üniversite tercihleri açıklandığından birkaç saat sonra kapımız çaldı. Ben odamın tavanın ne kadar güzel olduğunu ve acaba daha ne kadar güzelleştirebilirim diye düşünürken benim odamın kapısı çaldı. Benim "gel" dememi beklemeden kapının kolu yavaşça açılmaya başladı. Ben "gel" demeden yalnızca bir kişi içeriye girerdi ama onun da kapı kolu hızını takip edemezdim. Gelen oydu yine ama o değildi artık. Elinde bir zarf ile içeriye girdi yüzünde muzip bir gülücük.

- Kızgın mısın bana?
- Ben mi?
- Evet
- He! Yok hayır. Neden kızgın olayım.
- Ne bileyim o son gece falan
- Sen kusura bakma biraz alkolü fazla kaçırmışım.
- Sen alkol kullanmazsın ki.
- Bu yaşta kimse düzenli olarak kullanmaz ama madem mezun oluyorum biraz tadını çıkartayım dedim.
- Anladım.
- Kızgın değilim yani onu söylüyorum.
- Gidiyorum ben.
- Dur daha şimdi geldin yanlış bir şey mi söyledim?
- Öyle değil. Ankara'ya gidiyorum. Üniversite...

Kiminle birlikte gideceğini, kiminle eve çıkacağını, kiminle birlikte iş hayali kurduğunu ve hepsinin amına koyayım kiminle evlilik hayali kurduğunu yazdırmayın bana!

***

Bir daha hiç aramadı beni. Ben de onu aramadım. Ama bir kere söylemiştim ya size benim onu aramıyor olmam onu aklımdan çıkardığım anlamına gelmiyordu. Fakat yavaş yavaş yüzünün yuvarlaklığını unutuyor gibiydim. Muhtemelen çizgileri artıyordu, saçları kalınlaşıyor, kirpikleri kısalıyor, elleri toparlanıyordur, uzuyordur, ne bileyim işte değişiyordur. Hep onu bir gün görürsem tanıyamam diye korkardım. Ayrıca bu korkumun neden olduğunu hiç bilmeden. Unutulduğun bir insanı hatırlamayacak kadar nerede kaldı kalbim?
Bir pastahanem var benim. Bu Pervin'in fikriydi. Pervin gastronomi bölümü mezunu oldu ve branş olarak tatlıları seçince bu işte baya ilerletti kendisini. Yanına yalnızca her dediğini yapacak cesaret değil ama onunla beraber zorluk çıkarmadan yola çıkacak birisi gerekiyordu ki en hayatım boyunca sanırım en doğru olduğum seçenektim. O tatlıları yapıyor ben ise dükkanın tüm mali ve malzeme işleriyle ilgileniyordum. Garsonlar okul sezonuna göre değişiyor kışları bazen biz garsonluk yapıyorduk. Zaten toplamda dokuz masası olan görünürde bahçeli ve tuvaleti ortak olan bir pastahaneydi. O yüzden aşk yaşamak için pek romantik olmasa da eve dönerken bizim keşfettiğimiz kayısı reçelli çöreklerden almak için güzel bir dükkandı.
Pervin ile benim aramda bir şey olduğunu sakın düşünülmesin çünkü Pervin evliydi. Eşi ise pilottu bu yüzden çok sık görüşemezlerdi. Bu bir yandan Pervin'i üzüyor olsa da bir yandan kendisini işe adamak için geri çevrilemez bir fırsattı.

Dükkanın malzemeleri akşamdan azaldıysa akşamdan alışverişe çıkmazdım çünkü hiçbir zaman acil alışveriş yapılacak kadar kalabalık müşterimiz olmadı. Dükkanın en sevimli yanı buydu bir de renklerinin pastel yeşil olması tabii.
Sabah erken uyandım ve alışveriş için şu koca toptancı mağazalarına gitmem gerekiyordu. Hem ucuz oluyor hem toptan alıyoruz falan filan işte. Bunları niye mi anlatıyorum?
Alışveriş yapıyordum. Koca tezgah yolunun sonunda bir kadının dikkatli bir şekilde bana baktığını fark ettim. İlk başta bakamadım çekindim daha sonra kafamı kaldırdığım dizimin üzerinde bir acı hissettim. Başımda bir kanıma acısı doğdu. İçim yorgan oldu, yüzüm apartman kapısı...

- Sema...
- Merhaba
- Nasıl yani?
- Şaşırdın mı?
- Yok yani şey ben gittin diye biliyorum. Yani sen üniversite diye gittin bir daha hiç olmadın.
- Geri geldim ben.
- Hiç haber vermedin?
- Veremedim biraz ani oldu.
- Ne kadar ani? Ne zaman geldin?
- 8 yıl oldu geleli
- Bu mu ani olan?

Yüzü hiç konuşmak istemiyordu. Zorlamadım ben de. İşin tuhaf tarafı şu. Sema'yı görmüştüm. Ve Sema'yı tekrar görürsem ne yapacağımı bilmiyordum, hazır değildim. Sema benim düşlediğim gibi değildi. Yani ben Sema'nın hep mutlu olduğunu hatta onun mutlu olduğunu düşündükçe kudurduğum, sinir krizleri geçirdiğim bile olmuştu. Ama sekiz yıldır buradaymış. Mutlu değildi. Sema mutlu değildi ve bu yüzünden belliydi. Üstelik o toptancı mağazasında çalışıyordu. Bu söylediklerimi düşünmeye başlamam yaklaşık 12 dakika sonra olmuştu. O 12 dakika boyunca kulağımda bir füze çınlaması ve filistine adanmış tüm merhameti içimde hissedebiliyordum.
Mağazanın içerisinde boş boş dolanmaya başladım. Sepetin içerisine anlaşılmasın diye alakasız birkaç parça bir şey aldığımı fark ettim. Aldıklarımı geri koyarken gözlerimle Sema'nın nerede olduğunu tekrar görmeye çalışıyordum ama göremiyordum. Beni gördüğü yere tekrar gittim ilk başta korkak korkak gezinirken bir yerden sonra sepeti bırakarak içeride dolaşmaya ve Sema'yı aramaya başladım ama yoktu! Gerçekten yoktu. Artık bunun bana yapılmış travmatik bir halis olduğunu düşünmeye başladım. Ellerimle başımı ovuyordum, gözlerimi açıp kapatıyordum. Gerçek buydu! Sema yoktu...

***

Başım yastığımın üzerinde ve gözlerim, bir dönem hiç sevmediğim ama şu an tek hatırası olan o muazzam gökyüzündeydi. Bir yandan hayal görmenin korkutucu olduğunu düşünsem de bir yanda Sema'yı olgun bir kadın olarak düşlemenin keyfindeydim. Belki benim düşlediğimden daha güzeldir ama, bu hali bile çok güzeldi. Çok güzel olmuştu. Fakat asıl aklımı kurcalayan kısmı ise ya mutluluğu? O an kendim ile ilgili bir şeyi daha fark etmiştim. Hayatım boyunca kendi mutluluğumdan ziyade bir başka insan için. Ne bir başkası Sema'nın mutluluğu için yaşamışım. Bu gerçek ile yüz yüze gelince anlayabilmişim bunu. Bir başkasının mutluluğu için heba edilmiş mutlu bir hayat... Ne garip başlık! Kapı çaldı, "gel" demeden kapının kolu birden açıldı ve Sema'nın başı kapıdan içeriye doğru uzandı.
Sema...

- 2. Sınıfta aldattı beni. Çalışıyordum başım ağrıyınca işten izin aldım. Telefonun ışığı bile beynimi deliyordu o yüzden haber vermedim Alper'e. Eve gidince sürpriz yaparım dedim. Eve geldim ve klasik sahne işte. "Bonom yotoğomdo boşko bor kodonlo"
- Sonra ne yaptın?
- Okulu falan bıraktım. Mahvolmak böyle bir şeymiş. 3-4 sene ne yapacağımı bilemeden boş boş dolandım. Sonra geri döndüm işte.
- Neden haber vermedin?
- Haber vermek mi? Ben bir ara yaşadığımı bile unuttum.
- Biraz kötü davranmış kendine
- Duygusal olmaya gerek yok ama bana da pek iyi davranmadılar
- Belki sen iyi olanı tercih etmemişsindir
- Nasıl?
- Yok bir şey.
- Sen neler yaptın? Anlatsana biraz. Seni görmek o kadar iyi geldi ki. Aslında hep sana gelmek istedim ama bana kızgın olacağını düşündüğüm için hiç gelemedim.
- Keşke gelseydin. Yani kızgın değildim sana.
- Geldim işte.
- Evet geldin.

Bazı sözcükler ağzından çıktıkça yüzünün daha berraklaştığını görebiliyordum. Konuşmak ona iyi geliyordu. Kendisini güvende hissediyordu belki birazcık abartı olacak ama kendini yeniden evinde ya da sığınağında hissediyordu. Bunu görmek ise bana iyi geliyordu. Dizimin ağrısı geçmişti, baş kanamam da durmuştu. Ben onu öyle izlerken derin bir nefes alarak başını yastığa bıraktı. Yorganı büyük bir top yaparak sarıldı.

- O kadar iyi geldi ki. İyi ki varsın.

Dedi. İyi ki var mıyım? Sahiden mi? Ona iyi gelen ben miydim? Burayı bu kadar özlediyse ya da şu an bu kadar mutlu olduysa acaba hep kalır mı? Ben düşünmeye devam ederken... Bir dakika sahiden iyi ki var mıydım ben? Kimdim ben? İsmim neydi benim? Hiç boynunu öpmediği bir adamın yatağında yatıyor ve ona iyi ki varsın diyor ama kimim ben? İsmim ne benim? Bir ömrü heba ettiğim kadına bu kadar yakınken ona dokunamayacak kadar kendimde aşamadığım neydi benim? Sahiden kimdim ben?
Ben kendi düşüncelerimde boğulurken kaşlarımı çatmaya başlamıştım ama Sema fark etmemişti. O sırada gökyüzünü izliyordu. Hatırlıyorum biraz izledikten sonra başını yastıkta yan çevirecek ve gözlerini kapatacaktı. Öyle oldu... Birazcık gökyüzüne baktıktan sonra başını yan çevirdi gözlerini kapattı. Fakat bu sefer gözlerini kapatır kapatmaz bir şey dikkatini çekmiş gibi direkt açtı gözlerini, başını kaldırdı, dikkatlice baktı, hatırlamaya çalıştı ve başını bana kaldırıp bir süre durduktan sonra.

- Yastık kılıfını hiç değiştirmedin mi?

Ben buydum işte.

2 Ocak 2018 Salı

Sen doğru elini uzatırsan

Bir kürkçü dükkanı olmanı insanın.
Aç kaldığı zaman dönebileceği
Üşüdüğü vakit aklına gelen,
Güldüğü bir masanın mutlaka hala bir bar köşesinde üzerinde fıstık çöpleri ile beklediği hayal edebilmeli.

Gitmeyi bilmemesi ile alakalı olmamakla birlikte,
O sokağa çıktığı zaman hangi kaldırımın daha alçak hangi kaldırımın daha namuslu olduğu ayırt edebileceği bir caddeye ait olmalı.
Dokunulmuş dükkanların açılır kapanır kepenkleri arasında kendisine sürekli yeni hayatlar aramamalı.
Sakallarından rahatsız olmadan ve ellerinde soğuğu hiç hissetmeden.
Arkadaşının çaldığı bir bara elini kolunu sallayarak girebilmesin
O gece orada saçları kısa ve göbeği açık hatta göbeğinin üzerinde piercingi olan bir kadınla bakışabilme ihtimali her an aklında olmalı.
Hem o kadına nane yapraklı ile servis edilmiş tonic ısmarlayacak kadar cömert olmalı
Hem de kadının bu toniğin nereden geldiğini anlamasına izin vermeyecek kadar erkek.
Tuvaletin kapısından denk gelirseniz ne ala...

Sabah uyandığın da çayın kokusunu alabilmesin
Ekmeğe gitmekten üşenmeden sevmeyi düşlemek yolları,
Üşenmeden selam verebilmelisin dün gece bağıra çağıra kavga ettiklerini duyduğun komşu çifte, bir sonra ki gece sevişme seslerini duyabilirsin diye gülümsemelisin.
Adamsa denk geldiğin belirterek duyduklarını kadın ise eğer muzip bir şekilde sıyrılmalısın yanından.
Senin de bir kadınla sevişebilme ihtimalinin onun aklının bir ucunda olduğunu belirterek.
Film izlerken, hikayenin ağırlığından daha üstün çıkmalı kırlentlerin yumuşaklığı,
Şikayet etmemelisin açık kalan bilgisayara ve durmaksızın yazan elektiriğe.
Köprüde çarpacaksın insanların omuzlarına ve metrolarda tutacaksın insanların ellerini,
Süpermarket sırasında beklerken koklayacaksın kadınların saç kokularını,
Sigaranı uzatırken dikkat edeceksin seni zehirlemeyi meslek etmiş adamın bıyıklarını.
Başın dönecek kadar seveceksin yaşamayı,
O vakit süt kokan bir memenin üzerinde dalgalanır yanakların.

İncecik çalan bir şarkıda bile belini kıracak gibi dans eden kadının, bileceksin yakın zaman önce kırıldığını belirtmek istemediğini,
Belinde birikebilecek su damlalarını, ter baloncuklarına çeviremeyeceksen hiç içinde buhar olup kaynatmayacaksın onun hayalini.
Henüz cümlesi bitmemişken rakısına koşan adamın diyeceksin bitmemiş hikayesine bitti dediklerini,
Ya sen cümlesini kesip harekete geçireceksin onu ya da masasında rakısına buz koyan ahmak olacaksın yalnız ve sıradan.
Senin şarkın olacak ansızın çalabilecek her şarkı,
Senin için gelecek metrobüsler,
Tabiat anlaşma yapıp sana hizmet edecek mevsimlerce,
Ağaçlar sana dökülüp sana doğacak,
Sen seveceksin yeşil ve sonsuz.
Bar dumanında gizlenen o kadının peşinden gideceksin tuvalet sırası beklemeden,
Evinin yolunu ezberlemene gerek kalmadan taksi parası ödeyeceksin hiç bilmediğin bir muhite.
Dağıtmadan kalacaksın gideceksen de kirletmeyeceksin misafir olduğun gönlü.
Çok sert savunma yapmayacaksın halı sahada rakip olmuş arkadaşına,
Haftaya aynı kaleyi savunabiliriz diye sıkacaksın omzunu.
Sen seveceksin senin için senin olabilecek her şeyi.
İşte büyüyeceksin o vakit.

Sevgi büyütmez seni,
Üstelik bara yalnız gelen bir kız sarhoş olmaz.
Umutların başı döner;
Sen doğru elini uzatırsan,
Kız seni kesin öper.


1 Kasım 2017 Çarşamba

Elma soyayım mı? Yer misin?

- Erken gelmişsin
- Soğuktu hava. Çok durmak istemedim.
- Üşüyor musun?
- Çocukmuşum gibi davranma bana.
- Ne alaka ağabey, üşüyor musun diye sordum.
- Üşürsem bulurum bir çaresini. Sen kendini düşün.
- Bir şey ister misin ağabey?
- Oğlum git başımdan.

Huysuzluğu tuttu yine dedim o yüzden ses etmedim daha fazla, mutfağa gittim. Evimizin parkeleri olmadığından olsa gerek şu mermerler soğuğu hasret bir sevgili gibi tuttu mu bırakmıyor. Gerçi soğuk mermerlerden mi? Yoksa benim kanım mı yavaş yavaş donuyor tam kestiremiyorum ama, suçu mermerlere atmak nedense içimi rahatlatıyor. Gerçi babam 2007 senesinde şu parkelerin ilk işportaya düştüğü zaman bir ara niyetlenmişti ama ne garip ömrü yetmedi. Annemin ayakları üşümesin dermiş. Ne tuhaf insanoğlu, bazen ayaklarının üşümesini bir çok şeyin yerine tercih edebiliyor. Üşürdük belki ama, en azından herhangi bir Acun programında babamla tartışabilir, benim yarışmacım onun yarışmacısını elediği zaman evde sevinç ateşleri yakabilirdik, ısınırdık. 

Abimi babama çok benzetirim. Çok konuşmaz. Daha doğrusu gerekmedikçe cümle kurmayı, iletişim kurmayı tercih etmeyen yapıları var. Babamın vardı, abimin hala var. 

- Mercimek çorbası yapacağım. İçer miyiz?
- Pizza söylemesi daha kolay
- Midemi yakıyor ağabey.
- Benim de canımı yakıyor.
- Neden her şeyi böyle düşünüyorsun?
- Neden yaptığını bilmiyorum sanki
- Ağabey yapma! Sadece bir şeylerin iyi olmasını sağlamaya çalışıyorum.
- Süreyi uzatmaya çalışıyorsun işte.
- Ağabey...

Babam bir gece yarısı öldü. Bir tek anneme söylemiş. "Kendimi kötü hissediyorum. Sanırım Nalan, sanırım..." demiş. Annem o gece hiç uyumamış. Biz üzülmeyelim paniklemeyelim diye bize bir şey söylememiş ama hatırlıyorum sürekli hıçkırık sesi geliyordu annemin tarafından. Zaten o geceden önce son bir kaç ay doktorlar evimizin kirasına ortak olacak sık gelirdi bize. İlaçlar, egzersizler, tüpler, hortumlar, kablolar, havalar, yaşamlar... Bir sabah hepsini temizlemek zorunda kalacağımızı biliyorduk. Ama insanın babasına Hoşça kal diyememesi nasıl bir duygu olur bilemiyorduk. Herhalde vardır dedik bunun bir raconu öyle yaparız. Babam giyer 96 Cardin serisini, sıkar şu dolaptan hiç eksiltmediği gül suyunu. Bir sarılır bize, bir sarmalar. Sonra gider diye düşünürdüm hep. Öyle olmuyormuş. Bir sabah uyanmadan gitti babam. Annem o gece uyuduğunu sabah bütün dertlerimizin tekrar devam edeceğini düşünmüş ama sabah hiç bir derdimiz kalmamıştı. Artık nefes aldığımız sürece yaşayacağımız bir acımız vardı. Babamız ölmüştü. Ne kadar kolay yazılıyor değil mi? Babam öldü...

- Akşam sahile inmek ister misin ağabey?
- Soğuk diyorum oğlum.
- Kalın giyiniriz be ağabey.
- Yoruluyorum.
- Maaşım yattı bugün. Ağabeyime bir kıyak yapmayım mı?
- Cebinde dursun lazım olur.
- Bu gece lazım oldu işte
- Olum harcama boş yere
- Boş yere değil be ağabey. Şarap alırım. Hem de şu sevdiğin Corvus Corpus şaraplarından. 2006 basımı vardır kesin.
- Soğukta keyif vermiyor.
- Eski kaşar alırım bir de yanına. Seversin sen?
- İyi lan tamam ama çok durmam
- Tamam be ağabey geliriz hemen.

Abim iki ay önce işi bıraktı. Evde durmakta ona çok iyi gelmiyor. Ben kazanıyorum iki aydır bir şeyler yetiyor bize. Ufak ufak alış veriş yapıyoruz. Daha doğrusu ben yapıyorum ben yiyorum hepsini. Abim ilaç içiyor sadece. İlaçlarda midesini delmesin diye bazen Lansor bazen muz. Babamı 7 yıl önce kaybettik. 7 yılda ne değişti hayatımızda diye merak ettiğim zamanlar sadece dinmekte olan bir acı diyebiliyorum. İnsan ölüme nasıl kolay alışabiliyor. Fakat düşününce ölüm ile aramı bir türlü düzeltemediğim tek nokta onun nankörlüğü. Küçükken ufacık bir diş ağrım da bile gece uykusundan kalkıp beni saatlerce kucağında gezdiren bir adamın, ölüm kapısını çaldığı zaman. Bir dakika sevgili ölüm; şu an dokunduğun benim babam diyemiyorsun. 

- Oğlum soğuk dedim işte sana.
- Biraz yürüyünce açılırız ağabey.
- Bilseydim taytımı giyerdim, daha iyi ısıtır.
- Tüh! Bak bende söylemeyi unuttum. Hem daha şık dururdu.
- Çok durmam ben. Baştan söylüyorum sonra caz yapma bana.
- Tamam ağabey dur ya bir hava almaya çıktık.

Babam bir keresinde denize götürmüştü bizi. Abim büyük olduğu için ona kolluk almamışlardı. Öyle doğrudan suya attı babam onu. Abim su ile boğuşurken babamı izliyordum. Öylesine mutluydu ki, insan hiç çocuğuna böylesi acı çektirirken mutlu olabilir mi diye düşünmüştüm. Çocukluk aklı işte. Sonra abimin boğuşmaları gittikçe büyüdü. Babamın da kahkahası... Abime kötülük yapıyor sanmıştım. Abim bir ara artık son nefeslerini kullanıyordu işte o an babam tek eliyle onu bir anda denizden çıkartıp göğsüne aldı. Abim babamın göğsünde yaşama yeniden tutunmuş bir insan gibi nefes alırken babamın abime bakışını gördüm. Saçlarından öpüyordu, kollarını sıkıyor ve genital bölgesini eliyle sıkmaya başlamıştı. Abim kendine gelmeye başladığı zaman o da gülmeye başladı. Denizin ortasında sarıldılar birlikte nefes aldılar. O an anlamıştım babamın bize neleri nasıl öğretmek istediğini. Ben de babamı mutlu etmek istemiştim. Karpuzu bırakıp denize koştum. Babamların oraya doğru koşarken bir anda ayaklarımdan kumlar gitti. Gözüm döndü bir şeyler oldu ama bir kaç saniye sonra babamın bir omzunda ben diğer omzunda abim vardı. Öyle kara çıkarken abimle birbirimize bakıp gülümsüyorduk.

- Şu ışıkları görüyor musun ağabey?
- Evet
- Ne garip değil mi? Her ışığın kim bilir ne dertler var.
- Bende tek dertli biz sanmıştım.
- Bak bu gece karton bardak yok. Evden kadeh getirdim.
- Özel bir şeyimi kutluyoruz?
- Özen gösterelim istediğim be ağabey. Ne o öyle karton bardakta tatsız, keyifsiz. Azıcık şerefe yapalım ses çıksın.
- Mumları unuttun mu?
- Mumları unuttum ama bak ne getirdim?
- Ne?
- Sen seversin.
- Oğlum evden buraya elmamı taşıdın ya. Hasta mısın sen?
- Yapma ağabey. Annem sana ne zaman elma getirse. "Bakalım dişlerimden kan çıkacak mı?" diye sevinir ve kaplan gibi yerdin.
- Çok üşüdüm ben eve geçiyorum.
- Dur ağabey ne dedik ya.
- Üşüdüm ben.
- Ağabey dur ya ne oldu?
- Eve gidiyorum.
- Bir yudum bile bir şey içmedik daha şimdi geldik.
- Tamam üşüdüm eve gidiyorum.
- Başka bir şey var ağabey.
- Tadım yok.
- Elma?
- Git başımdan ya.
- Dur bekle bende geleyim.

Uzun dalı olan bir sigara içerdi babam. Ne zaman evin içinde yaksa annem isyan eder, "Şu zıkkımı içme şurada" derdi. Babam da iyi bir şeymiş gibi "Sen de yak bir tane karşılıklı cigara keyfi yapalım" derdi. Annem sinirle mutfağa gider etrafı havalandırırdı. Abim liseye giderken bir gün cebinde sigara paketi bulmuşlar. O da klasik arkadaşım koydu demiş. Babam sen bir gün bunu takip et. Okula giderken kenarda bir apartmanın boşluğunda sigara içtiğini gör. Abim akşam eve geldiğinde babam durumu ilk başta çaktırmadı. Arkadaşına verdin mi sigarayı dedi. Abim de saf tabii. Verdim baba dedi. Arkadaşının yerinede sen içiyorsun herhalde deyince evde bir kıyamet koptu gitti. Abim 4 ay önce sigarayı bıraktı. İnsan bazen en büyük kavgalarının tutkularını sırf kendisi için vazgeçer hale geliyor. Bunu yakından görmek çok acı. 

- Ne bu ya peşinden koşturuyorsun?
- Sana gel diyen mi oldu oğlum otursaydın sen
- Tek başıma ne yapayım ya
- Şarap iç
- Huysuzluğun üzerinde işte. Neden böyle yapıyorsun?
- Ne yapıyorum oğlum ben.
- Hiç bir şeyi umursamıyorsun ağabey. Görmüyorum mu sanıyorsun? Senin için bir şeyler yapmaya çalışıyorum, çabalıyorum ama sen kendine yaptığın gibi beni de görmezden geliyorsun.
- Yapma bir şey.
- Ya nasıl yapma ya. Sen benim ağabeyimsin. Canım acıyor lan. Seni böyle gördükçe içime bir şey oturuyormuş gibi oluyor. Kaldıramıyorum ağabey. Sen de hiç yardım etmiyorsun biz böyle yapmazdık ağabey, böyle yapmadık hiç. Ya ben gözlerimin önünde ağabeyimi kaybediyorum lan. Benim ağabeyim ölüyor.
- Ben yatıyorum. İyi geceler.

O an abimin bakışı bana birisini hatırlattı. Tanıdık bir çift göz. Abimin babama en çok benzediği andı o an. Odasına gitti kapıyı kapattı. Anladım. Soğuk mermerler yüzünden değilmiş. İçimde ölmeyi bekleyen organlar varmış. Ölümü bu kadar kolay ağzıma alamadıkça yaşamışlar. Ama abimin yüzüne bakarken ölüm dedim ya, ben de ölmüşüm orada.

- Kızdın mı bana?
- Hayır
- Ağabey valla tutamadım kendimi bir an. İçim kötü ya iyi değilim ben abi.
- Tugay
- Efendim ağabey?
- Kendimi kötü hissediyorum. Sanırım Tugay, sanırım.
- O ne demek ağabey? Deme öyle be. Öyle denmez ağabey. O nasıl laf. Sen şey yaparsın ağabey. Şey yaparız yani şimdi uyuruz uyanırız sabah kahvaltı yaparız ağabey. Hem ben yarın şey de alacağım hani bu şeyler var sen seversin işte. Müzik dinleriz. Şey yaparız ağabey. Kötü olma sen, deme öyle. Ben yapamam yani biliyorum biraz bencillik gibi duruyor ama, ben kaldıramam ağabey. Tamam kızdın bana biliyordum. Kız, bağır hatta ben gideyim şimdi sen tek kal. Tamam gelmem üstüne ama sen deme öyle ağabey. Deme ne olur.
- Tugay...
- Elma soyayım mı ağabey? Yer misin?

Sabah abimi kaybettim. Herhalde babama giderken bize bıraktığı tek miras bu olduğu için kızgın olduğum tek konudur. Sen gidiyorsun kanatlarımdan birisini kırıyorsun da, neden abimide peşinden sürüklüyorsun be adam. Benim abim öldü. Şimdi mahallede güzel bir kızdan hoşlansam ve o kızın abisi varsa, ben yalnız mıyım? Mahalle maçında abim geldiği zaman joker oyuncu diye sevinemeyecek miyim? İnsan abisi ölünce ne yapar bilmiyorum. Babası ölünce işe giriyor, çalışıyor, evin erkeği oluyor ama, abisi ölünce ne oluyor onu bilmiyorum. Alışmaya çalıştığım ama alışamadığım tek acım bu. Manavlardan korkuyorum. Ne zaman bir elma görsem gözümde vahşi bir kaplan canlanıyor. 

30 Eylül 2017 Cumartesi

Çok güzelmişsin be yavrum

- Sizden düştü galiba
- Evet benim defterim, teşekkür ederim.
- Rica ederim.
- Sanırım iyi birisinin eline düşmüş yoksa çalınabilirdi.
- İçerisinde banka şifreleriniz var galiba
- Henüz değil.
- O halde hayallerin?
- Gülmeyeceksen, evet!
- (Güler)

Hiç dikkat etmezdim ceketimin kırışıklığına ya da uzunluğuna. Akşamdan nasıl hazır olursa sabaha öyle çıkardım işte. Cebime kıvırdığım bir defter parçası eşlik ederdi yolculuğuma bir de sürekli otobüsün camlarına başlarını yaslayıp ıslak kaldırımları izleyen insanların düşleri. Otobüsler hep sıkmıştır beni. Gerçi değişik bir havası olduğuna inanırım. Farklı farklı insanların plastik sıkıştırmış bir cam parçasının içerisinde olduğunu düşünme fikri oldukça ilgi çekici. Ama gel gelelim hep yakındı benim yollarım. Hep yürürdüm o yüzden. Hep yürüdüm. Mektep fikri, alaylı olmanın hazzını vermedi bana hiç bir zaman. Ama nasıl ana kuzusu yetiştirilmişsem içime işlemiş gönlünü hoş edeyim bizimkilerin diye. Elim azıcık para görse hemen yapacağım şu yedek parça işini. Avrupa'dan getirt burada iki katına piyasaya sür. Enflasyon diyorum bir yandan, bir yandan ekonomi bir yandan liberal demokrasi, dış ticaret, konteynır, gümrük vergisi, kaçak bedeli, sürüm bedeli içime içime sığmıyor. Bir matematik dersi verin diyorum bana okulda. Moment'i Mehmetlere, Fatihlere paslayın. 

Bir sabah ceketimin sol cebinin alt tarafı kırışık yine. Defteri de sol yan cebime koymuşum kabalık yapıp görüntüyü kapatsın diye. Hep yürüdüğüm yol gidiyorum ama bir istemsiz ayaklarım. Çok sürmedi vardım okulun kapısına. Bir sıkıntı geldi içime. Ulan dedim o an kendime kendime; "Seninde bir gün hayattan kendine pay çıkarma hakkın var" gitmedim o gün okula, girmedim içeri.

Şehrin kokusu bir an hiç gitmediğim Arjantin panpalarını andırdı bana, sağıma dönüyorum çav bella'yı mırıldanmaya çalışan koreliler soluma dönüyorum Liv Tyler'ı andıran güzel kokulu Amerikalı kadınlar. Bir ben yabancıyım şehre bir de şehir bana yabancı o an. İleride de Fransız mektebi. Taşları betonları sıkıştırmış üzerinde parmak kadar sıva izi olmayan pahalı taşlardan. İçerisi lokma gibi gözüksün diye uzun uzun ama aralıklı sütunlar kurmuşlar. "Para mı güzel ilizyon yoksa vizyon mu?" Bir de yanına pastel yeşilinden böyle çizgi filmleri andıran bir fırın açmışlar. Sokağa girince seninde ruhun şair oluyor bir an. Şekerleme kokuları, kruvasan şekilleri, pudralı çörekler. Gir lan içeri dedim. 

Girdim.

Duvarlarında tango yapan ve kırmızı elbiseleri olan güzel kadınların olduğu, beyaz ve uzun sakalları muhtemelen önemli adamların tabloları, eskimiş altın renginden bir plak ama sanatçının sesi içinden çıkıyor sanki.  Ah diyorum Türkan Saylan seni bir gün şuralardan dinlemek var. Çok dikkat çekmek istemiyorum o yüzden oturuyorum duvar kenarında bir masaya;

- Hoş geldiniz.
- Hoş bulduk.
- Ne arzu ederdiniz?
- Menü alabilir miyim?
- Mönü... Hay hay
- Siz ne önerirsiniz?
- Bir şeyler yemek ister misiniz?
- Kahve çeşitleri?
- İzninizle...
- Pekala.

Kalın porselende kahverengini hiç andırmayan bir kahve getirdi. Hoş bir tadı var ama ağızda dağılıyor. Diyorum ya durduk yere şiir yazdırıyor insana. Sonra bir baktım kemik gözlükleriyle dergi okuyan karizmatik birisi, bir beyefendi. Sarı kabarık saçlarıyla telefonuyla uğraşan birisi, bir hanım. Bende boş durmak racon değil diye çıkardım defterimi koydum ortaya. Maaliyet hesaplıyorum. Karadeniz ve marmara gümrüklerine aynı anda sipariş versem tam 64 gün sonra ihalelerim halka açılıyor. Hemde %40'lık düşüş payıyla. Çakallık peşindeyim. Bir yudum daha içince kahveden tamam diyorum kendi kendime. "Yaparım ben bu işi" 

Bir gülüşmeler başlıyor fırının girişinde. Kare desenli, siyah çoraplı üstten kıvrıldığı çok belli olan etekleriyle bir kız grubu giriyor içeriye. Fırının rengi değişiyor bir an. Çatlak yeşilden masmavi bir renge dönüşüyor. Hem Billie Holiday havası var hem bizim Uğur Arslan'ın karagümrük sıcaklığı. O geliyor o an. Topuklarına basmadan parmak ucunda yürüyecek kadar zarif, güldüğünde hem müzdarip hem günahkar. Fransız mektebinden çıkmışlar belli. Böyle mi olur bu Fransız kızları diyorum. Nasıl içim gidiyor ama... 

Keşke diyorum bir iki Fransız kelime bilsem, gitsem adını sorsam. Merhaba desem hem bilmeyip hem öğrenmeye niyetli aç öğrenciler gibi. Öyle oturuyor karşımda. O kibirli garson en fazla on beş saniye duruyor masalarında. Demek ki sık sık gelirlermiş buraya. Benimki pasta söylemiş kendisine. Ama bizim Şevval Pastanesinin vitrinini renklendiren rulo muzlu pastalardan değil. Böyle kırmızı şuruplu, küçük balonlu meyveleri olan bir pasta. Dudağının kenarına takılıyor, peçeteyle siliyor. Çatalının kenarıyla kremaları topluyor, dudaklarına götürürken iki yanından dağılan saçlarını arkaya atıyor. Hem de her defasında üşenmeden. İzlerken bir ırmak akıyor karşımda. İçim bir garip oluyor. 

Allah'ın bir dersi işte diyorum. Okumazsan hem duvar kenarından, konuşamayan adam olacaksın oğlum. Hadi diyorum okula. Kalkıyorum öyle ceketimin kırışıklığını hiç düzeltmeden. Defteride öyle koyuveriyorum işte. Ulan diyorum gene kendi kendime bari içimde kalmasın. Yanından geçerken bir şey diyeyim. Çoçuklara anlatırım benimde azıcık çapkınlık hikayem olur. Hem de Fransız kızına laf attım derim havalı gözükür. Tam geçiyorum yanından; bir gaz geliyor bana, bildiğin laf atıyorum. 

- Çok güzelmişsin be yavrum.

Masada ki diğer kızlar bir anda gülmeye başlıyor. Hepsi birden dönüp bana bakınca kan akışım duruyor içimde. Anladılar mı korkusu başlıyor içimde. Yok diyorum oğlum cehaletine güldüler senin. Neyse diyorum bas git yoluna. O telaşla çıkarken kapıya takılıyorum, çarpıyorum, kapıyı itiyorum, kapıyla kavga ediyorum derken çıkıyorum dışarı. Ter ter dökülürken hızlı hızlı yürümeye başlıyorum geldiğim yolu. Derken ince ama güzel bir ses yükseliyor arkamda

- Heey!
- Ben mi?
- Sen, sen!
- Şey.. Efendim?
- Defter?
- Aa! Benim.
- Tamam canım göz koymadık defterine.
- Yok o anlamda değil. Düştüğünü fark etmemişim.
- İçinde çok önemli bir şey yok galiba
- Öyle hesap kitap işte.
- Anladım... Zaten senden de şiir beklenmezdi.
- Anlamadım?
- Sen hiç tanımadığın ve güzel bulduğun herkese "Çok güzelmişsin be yavrum" deyip gider misin?
- Şey ben aslında onu söylemek istememiştim
- Nasıl yani? Güzel değil miyim?
- Yok hayır güzelsin yani iyi güzelsin de
- Ee?
- Ben beni duymazsın sanmıştım.
- Kulağımın dibinde söyledin.
- Yani Türkçe bilmiyorsun sandım.
- Ayfer ben... Al bakalım bu da defterin.

Ayfer ama ne Ayfer... 
Bir değişik oldum öyle dönüp gidince. Elimi tuttu diye bir garip koktu elim. Dokunamıyorum bir şeye. Kokladıkça karnımda bir ağrı, gözümü yumdukça o şişik yanakları. Ne uyku uyuyabildim, ne bir lokma yedim. Dört dönüyorum yatakta. Türk kızının ne işi var diyorum Fransızların mektebinde. Vatan millet Sakarya diyorum, balkan savaşlarına kadar iniyor içimin vaftiz yanı. Bir yandan da Yeşil camii'nin müezzini ile münakaşaya tutuşuyorum. "Olamaz hocam öyle şey" diye. Bir bakıyorum doğunun ince eteklerinde ışık saçıyor güneş. Yürüdükçe havalanan eteği geliyor aklıma. Alıyorum ceketi düşüyorum gene yola. Bu sefer emin emin transit geçiyorum okulu. Birisi görse okulun kanvas ceketini taşımama rağmen alakam olmadığını anlayacak, şaşıracak. Tık diye duruyor ayaklarım fırının önünde. Bir iki olta atıyorum, sağ köşeye oturup sol köşeye çömüyorum. Karşı duvara ayak yaslayıp, fırının kapısında dikiliyorum. Uzaktan gözüküyor yine parmak uçlarında yürürken...

- Ne o defterini mi düşürdün yine?
- Almayı unutmuşum.
- Hesap kitap ağır geldi herhalde.
- Sen neden Fransız mektebindesin. 
- Pardon?
- Sen Türk değil misin? 

Sonra bir gülümsedi bana. Ne kötü söz etti ne de aşağıladı beni. Hayatım boyunca hiç bu kadar ezilmemiştim. Sanırım insan kalbi, şiddetin tercihini belirleyen bir faktör. Belki vursa o an geri döner, biterdim. Vurmadı, gidemedim bende. 

- Buranın çok güzel pastaları vardır. Yemek ister misin?
- Dün yediğinden mi?
- Frambuazlı olanları daha güzel

Bende ne akılsa kahve siparişimi havalı olsun diye dün içtiğimin aynısından dedim. Garson tanımadı beni. 

- Ne içmiştiniz?
- Kahve
- Hangi kahve?
- Sizin özel kahvenizden.

Garson gitti biz gülmeye başladık. Küçük düşüyorum karşısında ama daha büyük hissediyorum. Onu öyle gülerken gördükçe daha bir aptal oluyorum. Hani dünyanın herhangi bir yerinde bir müzik sesi duyulsa buranın palyaçosu benim diyerek havaya kalkacağım. Dünyanın en güzel balonlarının Vietnamda üretildiğini söylese inanacağım. Popeye'de insanlar sevmekten ölmüşler, Beckett Godot'ya kavuşmuş. 

- Sen gerçekten çok güzelsin.
- Teşekkür ederim sende çok açık sözlüsün.
- Hep yaptığım bir şey değildir.
- Dün öyle gözükmüyordu.
- Dün hiç öyle gözüktüğü gibi bir gün değildi.
- Ne anlamda?
- Dün izinliydim.
- Çalışıyor musun?
- Yaşıyorum.
- Felsefe diyorsun.
- Yok. Sadece bazı şeylere anlam yüklemeyi seviyorum.
- Felsefe işte.

Kırk yıldır tanıyorum onu. Pastasının kenarından alırken içinde ki kremasını övüyor. Pastasını yutmadan kahvesinden içmediğini söylüyor. Anlıkta olsa onun olduğunu düşünme hissi. Sanırım hayatım boyunca hiç bu kadar zengin olduğumu hissetmemiştim.

- Tekrar görüşür müyüz?
- Fransız okullarında o kadar serbest bırakmıyorlar.
- Ben uygun olduğun bir zamandan bahsetmiştim.
- Tekrar bekler misin beni?
- Beklerim.

Pastasını bitirdiğinde nasıl ağırlık çöktüğünü anlattı. Sanki o koca dilimi o küçücük ağzıyla yememişti. Ben hepsini bitirememiştim. Heyecanlı olduğum zamanlarda çok bir şey yiyemem. Bir keresinde Ali expressten koli koli rulman siparişi vermiştim. Gelecek diye iki gün aç kalmışım. Aynısı oldu yine. Açlığımı hissetmiyorum ama doyuyor ruhum bir yandan. 

- Teşekkür ederim bu güzel sohbet için.
- Şey... Asıl ben teşekkür ederim. Kızarsın sanmıştım.
- Neden?
- Bilmem. Öyle birden görünce hani ne bileyim.
- Kızdım zaten.
- Neden?
- Bilmem. Öyle birden görünce
- Hep böyle dalga mı geçersin?
- Neşeli olduğum zamanlarda
- Neşeli misin?
- Evet ama birazcıkta üşüyorum.
- İstersen ceketimi sana verebilirim.
- Fransız mektebinde okuyorum diye Türk romantizminden uzak sanmadın herhalde?
- Yok gerçekten verebilirim.
- O zaman ver. Yarın aynı saatte buradan alırsın ceketini?
- Sen gelecek misin?
- Üşümezsem gelirim.

Rüzgar mı esiyordu, kar mı yağıyordu yoksa çığlık çığlığa dolu mu hatırlamıyorum. Çıkardım badem bıyıklı jönler gibi ceketimi. Attım sırtına. Gülümsedi Ayfer, nasıl gülmek ama. Sonra parmak uçlarında yürümeye başladı yine. Ne kadar şarkı biliyorsam mırıldamaya başladı ağzım. Ulan diyorum ilk satışı sanayinin küçük dükkanlarına yapsam, sonra firmalara parakende şekli sonra yıllık parça teminatı, sanayi devriminin ufak çaplı tekrarı, global tesislerde sosyal tesis kullanım hakkı falan. Ulan yaparım diyorum be. 

Hangi ders vardı hatırlamıyorum gene yazıldım okulun önünden dümdüz. Hocalar beni soruyormuş. Hasta deyin geçin dedim. Akrepte o ara yelkovanla bir kavgaya tutuşmuş, ikisinde de bir inat ilerlemiyorlar. Ha geldi ha gelecek ha oldu ha olacak! Yok ama olmuyor. Fırının önünde bekliyorum ben yine bu sefer saçlarımı inceden bir taramışım. Güzel hissediyorum yani kendimi. İçim güzel, dışarıdan bakılınca eh ince. Sonra geldi yine o. Aynı yoldan aynı adımlarla. Sanki dün bastığı yerlerin üzerine basıyordu. Parmak uçlarında yürüdükçe benim tüylerim diken diken oluyor. Geldi karşıma yüzünde yine bir gülümseme. Benide bir gülme aldı bırakmıyor. Karşılıklı gülüyoruz öyle. Konuşmaya başladık. Okulda bale çalışması varmış zorunluymuş o yüzden bugün duramayacağını söyledi. Anlayışla karşılarım elbet ama öyle birden söyleyince bir şey oturdu içime. Belli etmemeye çalıştım ama anladı hemen. O da bir garip oldu sanki gitmek istemiyor gibiydi ya da ben öyle görmek istedim her neyse işte. Çantasını açtı dün verdiğim ceketi getirmiş bana. Ceketi koydu öyle üzerime sonra döndü gene gidiyor. Bende ondan geldi diye ceketi bir giyesim var nasıl ama... Ceketimi mi özledim yoksa ondan geldi diye mi böyle sevdim o an ceketimi bilemem. Ama yeni alınmış gibi giydim bir an. Giydim ama bir garip geldi. Şöyle bir bakayım dedim...

- Ayfer...
- Efendim?
- Ceketimi ütülemişsin.
- Yarına kadar çok kırıştırma.

4 Eylül 2017 Pazartesi

üç ihtimalli rekabetten yüce olanlar

Bir keresinde not defterimi kaybederim diye çok korkmuştum. Yanlış hatırlamıyorsam dokuz yaşlarımın sonuydu ve en büyük günah planlarımın yazılı olduğu not defteriydi o. Bir çocuğu dövmekten, bir kızı öpmekten bahsediyordum.

Not defterini planların yazılı olduğu bir defter sanmıştım. Bir ajanda tutacak kadar yoğun planlarım yoktu o yüzden önünde tırtıklı ve üç boyutlu bir kaplan resmi olan not defteri hayatımı idare edebilecek kalınlıktaydı. 

Yazdıklarımın hiç birisi sanki bana ait değilmiş gibi korkuyordum. Sanki hiç birisi aklımın bir köşesinde yazılı değilmiş gibi hatta sanki onları yazan ben değilmişim gibi korkuyorum, o not defterini kaybedersem. O not defterini kaybedersem;
Tüm planlarım alt üst olur,
Her şey açığa çıkar,
Baştan başlamak zorunda kalırım,
Rezil olurum,
Okuldan atılır,
Mahalle takımına giremem,
Komşunun güzel kızı bir daha yüzüme bakmaz,
Karne günleri bakkallar kapılarını kapatır,
Çocukluğum biter gibi hissediyordum.

Bir de babam bir gün geri gelirse, ona söyleyeceklerimi unutmamak için bir sayfanı ona ayırmıştım. Bu yüzden acılı hayallerle o yaşlarda da aram oldukça iyiydi. Ellerim küçük ve et doluydu ama, sıktığım zaman hep bir anlamı vardı. Hiç başkalarının yaşlarını silecek kadar olgun gözükmezlerdi zaten benimkilerle çok zaman harcamışlardı. Bir gün birisi tutmak isterse diye hep kuru tuttum, kuruttum ıslandığından sonra. 

O not defterini kaybedersem diye çok korkuyordum. Güzel bir yatırımım olmadığı için hayata bırakabildiğim tek değerli varlığım o küçük kareli sayfalarmış gibiydi. Öyleydi de...

O not defterini kaybedersem eksik büyür, alay konusu olurdum...

Kaybettim de...

İnsanın korktuğu da başına gelirmiş ya, ya da geçen gün söylediğim gibi "İnsan kazanmak için her şeyini vermeye hazır ama kaybetmek içinde her şeyi yapıyor" 

Muhtemelen değerli birisinin eline geçmedi, düşündüğüm gibi kapılarda kapanmadı. Büyük olasılıkla bazanın altında işi bitmiş bir çantanın ön gözünde kaldı. Bir ara çıkmaya niyetlendi ama o günde sanırım evde bayram temizliği vardı. Eski püskü görüntüsünden annem de anlamış olacak ki artık o planlarla işim yoktu ya da o cümlelerle. Muhtemelen o ortaya çıkmaya karar verdiğinde benim planlarım değişmişti. Artık kadınlar öpülünce günahkar olacak kadar masum değil, o piç kuruları da dövülünce adam olacak kadar yaramaz değillerdi. 

Ama ne hikmetse bıraktığı korkusu kalıyor, artık o da nasıl oluyorsa?

Objeler yer değiştiriyor, ama içinde uykularını tırmalayacak kadar soğuk olan o korku kalıyor. Senin ellerinin etleri parmaklarının içine yayıldıkça o korku daha çok yer bulmaya başlıyor avuçlarının içinde. Not defterinin kaybettiğinde planlarını kaybedeceğine inandığın o anlar bir an gelince yerini tüm düşlerini kaybedecek kadar büyük bir dehşete çeviriyor.

Küçükken hep büyümek isterdim ama büyüyü... Bir saniye burası çok klişe oluyor. Ben bu oyunu bozarım. Büyüyünce kaybetme korkun nefesin kadar yakınında oluyor her an. Fakat kaybetmek istediğin ya da kaybetmemeye değecek kadar çabalayacağın değerini hataların yüzünden belirleyemiyorsun. Gözünün önünde sabahın sisleri gibi buğulu bir dünya, kalbinin içinde aynı sabahın buzlanması. Bunu ısıtacak insanlar da çıkıyor karşına buna daha çok çığ olacak da... 

Hatalarından korkma not defterinden korktuğun gibi. Sen küçükken misketini ve tasonu kaybetmiş çocuksun. Şimdi kaybettiklerinden not defterlerinden daha değerli olmayacaklar. Bir anlık çizgili sayfaların daha rahat yazıldığını düşünüp seni asıl mutlu edenin ilk küçük kareler olduğunu unutma. Kaybettiğinde yeniden başlayacak gücünün olmadığını düşünsen de, o küçük karelerden dünya üzerinde milyonlarca var. Hepsi senin için belkide! 

Kaybetmek. 
Üzerine günlerce yazılabilecek bir başlık.
Buradan da anlaşılacağı gibi çokta iyi bir konu değil. Sayfalarca yazılıyor olması iyi olduğu anlamına gelmesin. Yani muhtemelen iyi bir şey olsaydı bir cümle ile özetlerler sen de üzerine çok fazla düşünmezdin.

Bu iş sanırım bana düşseydi;

"Kaybettiğinizi düşündüğünüz zaman yalnız kaldığınızı düşündüğünüz insanlarla berabere kalın, kaybetmeyin ya da kazanmayın."