21 Ekim 2018 Pazar

Gelen oydu yine ama o değildi artık.

- Düzelir değil mi aramız?
- Düzelir tabii. Merak etme, üzülme!
- O kadar kolay değil.
- Biliyorum ama, çalış işte.
- Ben böyle aramızın kötü olmasını istemiyorum.
- Halledersiniz.
- İyi ki varsın.
- Sen de...

Sonra evine gidişini izliyorum işte. Önce apartmanın ziline basıyor, bir süre o küçük ışıkları olan cihazdan "Kimsiniz?" sorusunu bekliyor ve soru gelir gelmez alışkanlığı ile "benim" diyor ve kapı açılıyor. Ne kadar sihirli bir olay değil mi? İnsan hiç kendisini demirden dövüşmüş koyu yeşil renkli bir apartman giriş kapısına benzetir mi? Hiç ortak yanımız yok değil mi? Ortasında hatta koca gövdesini kaplayan görkemli camı fakat birazcık kuvvetli itsek tuz buz olacak o görkemli cam, ne kadar da güzel tarif ediyor o kapının önünde ikimizin birden öyle duruşunu. Sonra işte yukarıya çıkıyor eve girer girmez odasının camına çıkıp bana el sallıyor. Bu rutin bizim aramızda "Güvendeyim, gidebilirsin" demekti ama gel gelelim hiç bir zaman o camın önünden ayrılırken tam olarak güvende olduğuna inanmadığım gecelere teslim etmişimdir onu. Bu arada o dediğime bakmayın bu şekilde yabancılaştırıyorum kendime ve sanki böyle söyleyince daha bir uzakmış gibi geliyor bana. Üstelik hemen burnumun ucunda ona yer yaptığımı sanki benden başkası biliyormuş gibi... Adı Sema, anlamı aşikar.
Güzel Sema, ilkim Sema...

Sema'nın en yakınıyım ben. Babasının gazete haberlerini okurken ettiği küfürlerden nasıl rahatsız olduğunu ve bir gün avukat olduğunda bununla ilgili yasalar öne süreceğini her sabah okul yolunda bana anlatırdı. 14 yaşında iki çocuk ya da iki genç için sabahları sinir bozucu hayaller kurmak çok eğlencelidir. Sokağın tam köşesinde dükkanları olan eczanecinin kibirli babasının bir gün birlikte nasıl döveceğimizi düşünürken hep sağ elini omzuna koyarak gülerdi Sema. O yüzden ben o hayali kurmayı çok severdim. Gerçi bir yerden sonra ezberlediğin şeyin artık hayal kurmak olmadığını biliyor olsan da... Sema'nın en yakınıyım diyordum. Dostluğumuz, annesinin bir gün Sema'ya bisiklet sürmeyi öğretmesi ile başlamıştı. Ben parkta bisiklet sürerken Semalarda geldi (Annesi ile). Sema düşmekten korktuğu için bir türlü annesinin bisikletinin selesini bırakmasını istemiyordu. Annesi ne zaman ellerini çekmeye yeltense bu çığlık çığlığa bütün parkı inletiyordu. Bir de saçlarını toplamamış. Bir ayağını yere koyar koymaz incecik bilekleri ile saçlarını iki yanına atıyordu. Daha sonra annesi beni fark etti.

- Sen bisiklet sürebiliyor musun?
- Evet efendim.
- Düşmekten korkuyor musun?
- Hayır efendim.
- Daha önce hiç düştün mü?
- Evet efendim düştüm
- Bir şey oldu mu?
- Hayır efendim.
- Hadi düş bakalım bir daha bakalım bir şey olacak mı?

Annesi için el oğlunu harcamak yani hiçbir şeye takılmadan yere düşürmek çok acınası bir durum değildi. O an için benim içinde öyleydi kolayca kendimi gözden çıkardım çünkü o Sema'nın denilen kızın birkaç saniye bana bakmasını sağlayabilirdim. Neyse atladım bisiklete bir iki pedal çevirdikten sonra düştüm. Aslında düşmek için pedal çevirmeme gerek yoktu pedal çevirip düştüğüm için biraz hızlı düşmüşüm ve dizim yerde birazcık sürtünmüş. Birazcık ama. Gözümü açtığımda "geçmiş olsun çok korkuttun bizi" diyorlardı. O an fark etmemişim ama başımda birazcık sürtünmüş...

Neyse sonra bunlar bize geldiler özürler, af dilemeler, gönül yapmalar falan derken annelerin arası çok iyi oldu. Bir de bana hediye saat almışlar. Bazen annesinin işi olurdu Sema'yı bize bırakırdı. Düşün o yaşta hayatımın en güzel krizlerini yaşardım. Bu dörtlü kız takımı içeren bir çizgi film vardı sarışın, kızıl, esmer gibisinden. Bu tutturmuş ben kızıl olan savaşçıyım diye illa izleyecekmiş onu. Ben bir yandan kendi gururuma yediremiyorum böyle bir şeyin izlenmesini bir yandan da kıza diyemiyorum ki sen kızıl değilsin siyah olanı seçsene diye. Sonra kanal değiştirme kavgamız başlardı. İkimiz de istediğimiz şeyleri izleyemezdik ama kavga ederken hep gülerdik. Sanırım biz kavga etmeyi seviyorduk.

İşte böyle olunca biz hep beraber büyüdük ve hep beraber kavga ettik. Nasıl oldu bilmiyorum ama, o dışarıyı fark edebildi. Fakat ben ondan daha iyisinin olduğuna inanmadım. Hep onda kalmak istedim. Bizim üst sınıftan Alper vardı. Yakışıklı çocuktu, eğlenceliydi, biraz da kavgacı birisiydi. Yani neresinden bakarsanız bakın dikkat çekici ve o yaşlarda ki kızların istediği tüm özelliklere sahipti. Ayrıca en önemli detay öğretmenlerden korkusuzca gömleği dışarıda gezebilirdi. Ben ise sınıfta var olan bütün erkeklerin kravatlarını öğretmenler zili çalar çalmaz bağlayan kişiydim. Aramızdaki taraf seçme olasılığını size bırakıyorum.

- Beni sinemaya davet etti.
- Oh süper.
- Süperde laf mı oğlum. Resmen çıkma teklifi etti bana kızlar delirecek.
- Yalnızca kızlar için mi mutlu oluyorsun?
- Nasıl yani?
- Yani kızlar seni kıskanacak diye mi mutlu oluyorsun?
- Kendine gelir misin? Alper ile çıkacağım. Bana ne kızlardan!
- Haklısın. Çok sevindim.

O zaman meşhur bir film çıkmıştı. "Wicker Park" yani ne kadar genç olursanız olun bazı konularda altın vuruş yapmayı çok iyi bilebilirsiniz. Ben ise bunu tam koca mısır kutularının arasında gizlenmeye çalışırken 5 numaralı salona ikisini birlikte girerken görünce anladım. Hiç olmaz ama o an film benim için acayip merak uyandırdı ve ben de kendime bir kişilik bilet alarak izleme kararı aldım. Ama ne hikmetse salonun en arka koltukları hep ikişerli şekilde doldurulmuştu yalnızca aralarda tek kişilik boşluklar vardı ve ben hangi boşluğun doğru boşluk olduğunu bilmiyordum ama ayrıca ikişerli şekilde koltukların üstelik en arka koltukların dolu olması anlamsız şekilde canımı sıkmıştı. Tahmin edildiği üzere salondan çıkarken film hakkında birkaç söz hakkı olan tek kişi bendim. Çünkü yalnızca ben filmi izlemiştim. Diğerleri ise kızların sadece "Yeter daha ileriye gitme" sesleri ve erkeklerin ise sadece "bir şey olmaz ya" gibi basit ikna etmeyici ama ikna edeceğine inandırılmış sesleri duyuluyordu. Bizimkilerin de...


- Yarın doğum günüm. Sence bana bir şey yapacak mıdır?
- Eminim güzel bir şey hazırlıyordur.
- Doğru söyle seni aradı mı?
- Hayır gerçekten.
- Bak doğru söyle. Eğer aradıysa ve sen söylemiyorsan gerçekten küserim sana ve bir daha asla konuşmam.
- Hayır gerçekten aramadı ya.
- Çok heyecanlıyım. Bu gece nasıl uyuyacağım bilmiyorum. Burada kalsam olur mu?
- Olur. Yani istersen kalabilirsin tabii.

Yatağımın yastık koyduğum tarafı camın hemen yanındaydı. Yani başını yastığa koyduğun zaman birazcık gayret gösterirsen gökyüzünü ve yıldızları görebilirdin. Bunu benden başka bir de Sema çok iyi bilirdi. Burada kalabileceğinin iznini aldıktan sonra başını hemen yastığa koydu, yorganını karnının birazcık üzerinde kocaman bir top haline getirip sarıldı ve yüzünde kocaman gülümsemesi ile gökyüzünü izlemeye başladı. Ulan gökyüzü de acı veren manzara mıdır? sözünü ilk burada ettim ve henüz o bahsettiğim kapıya benzetildiğimi düşünmeden önce bir yorganı kıskandım. Sema uyuyamam derdi ama başı yastıkta bir kaç dakikadan fazla kalırsa her ne olursa olsun uykuya dalardı. Öyle de oldu. Sanki gözleri gökyüzünde, elleri kendi elleriyle yaptığı yorgan topunda uyuya kaldı. Bir mesaj sesi geldi. Mesaj banaydı...

- "O mor elbiseyi beğeneceğini ben de tahmin etmiştim. Yarın çok sevinecek. İyi geceler kardeşim. Sağ ol yardımların. Eğer bir gün çocuğumuz olursa senin adını vereceğiz :D :D"

Oysa Sema'nın, Alper'in bana seçenek olarak bile sunmadığı parlament mavisi elbiseyi birkaç gün önce bir moda dergisinde görüp kendi mezuniyeti için giymek istediğini bilmiyordu. Ben ise biliyordum. O hediyeyi alabilirdim. Ama ben kimdim? İleride olacak olan çocuklarının müstakbel isim babası mı? Yoksa Sema'nın en yakını mı? Yoksa ben...
Benim ikimizin olduğu fotoğraf çerçevesini açınca çok sevindi. Çünkü haberi olmadan çektiğimiz bir tane fotoğrafımızı fotoğrafçıda bastırarak çerçeve yaptırmıştım. Bana sarılarak teşekkür etti. Aslında beni ve benden önceki diğer hediyeleri geçiştiriyordu. Asıl hediyeye biraz daha yaklaştığı için heyecanlanıyordu. Sıra ona geldi. Elbiseyi eline aldı. Hiç beğenmediği halde çok beğendiğini söyleyerek ona sarıldı ve çok gariptir ki bu az önce bize sarıldığı sarılmalara hiç benzemiyordu. Onlar dışında herkes orada olduğu için kendilerini rahatsız etmiş bile olabilirler ama ben olmadım çünkü bir şekilde artık varlığımızın farkına varıp durmaları gerekiyor diye düşünüyordum. Durmadılar. Sanırım ben ondan sonra rahatsız olacak olmuşum ki bir kaç saniye sonra kendimi yolda yalnız başıma yürürken buldum.

- Ne demek ya bana bir şey söylemeden doğum günü partimden gidiyorsun?
- Gitmem gerekti. Sana söyleyemedim.
- Neye gitmen gerekti? Ne söylemedin? Yalan uydurup durma bana.
- Sema lütfen üstüme gelme artık.
- Üstüne geliyorum öyle mi? Ne bok yersen ye. En mutlu günümde yanımda olmayan bir arkadaş istemiyorum ben.

Dedi gitti. Ben size Sema'nın en nefret ettiğimden özelliğinden bahsetmedim. Yalan söylemeyi severdi ama bazen neyi gerçek söylediğini çok iyi bilirdim. Ve beni istemediğini çok iyi görebilmiştim. Sahiden de öyle yaptı. Konuşmadı benimle. Çünkü artık liseye giden, eteğini istediği kadar kıvırabilen hatta kendi makyaj malzemelerini alabilen birisiydi o. Çocuk ya da genç değildik artık en azından Sema için öyleydi. Sema'nın benimle konuşmuyor olması demek Sema'dan haberim yok demek değildi herhalde. Öyle düşünmediniz ya?

***

Kavalya'nın dönem ödevi notlarından daha değerli olduğunu bilmiyordum. Herkes yanına yakışacak en güzel ve en uyumlu kavalyayı arıyordu. Çünkü mezuniyet partimiz için herşey muazzam olmalıydı. Okul müdürüne o gün dizimin kırılacağını ve hastanede olacağım için mezuniyet partisine katılamayacağımı söyledim. O da bana dizimin kırılması halinde lise hayatıma tekrardan başlayacağımı söyledi. Liseye giden birisi için bu tarz tehditler gerçeklik payı içeren tehditlerdir.
Mezuniyet gecemizi düşünebiliyor musunuz? Kızların saçlarını, parlayan yüzlerini, ayakkabılarından fırlayan parmaklarını ve ağdaya dayanmakta en zengin çağlarını yaşayan kaşlarıyla tam bir toplama kampı gibiydik tek farkımız birilerimiz eğlenirken birilerimiz yani ben eğlencenin artık bitmesi için tüm şarkılara eşlik ediyordum. Gizli gizli salona alkol sokan sözde kahraman arkadaşlarımız kızların gözlerine çoktan girmeyi başarmıştı ve belkide bazıları bu gece için kiraladıkları arabalarda o genç kızlara en mutlu mezuniyet günlerinde, yeni hayatlarının ilk ödüllerini vereceklerdi.
Ben tabii ki yalnız değildim ama, Pervin'i atabileceğim bir araba kiralamamıştım. Çünkü Pervin ile evlerimiz birbirine çok yakında ve salona yürüyerek gelmeyi tercih etmiştik. Üstelik Pervin'nin ağabeysi ara sıra bana özel matematik dersleri veriyordu. Herşeyi geçtim Pervin bile benim onu arabaya atabileceğimi düşünmediği için topuklu ayakkabı giydiğinden ve yanına almayı unuttuğundan beni hemen dışarıdaki markete göndererek ped aldırmıştı.
 Yavaş yavaş gecenin sonuna yaklaşırken sahiden bazı arabalar çalışmaya başlamıştı. Işıkları takip ettiğim zaman hemen hemen hepsi ilk soldan dönerek fabrika yoluna giriyorlar.
(Fabrika yolu, hiç bir denetlemenin olmadığı yaklaşık 5 km'lik ağaçlı ve aydınlatmasız yol)
Sema ve Alper'in masadan kalktığı ve apar topar arabaya geçtiklerini gördüm.
Benim eğlence ve oyun buraya kadardı.

- Sema in arabadan.
- Anlamadım?
- Çabuk in arabadan Sema. Sen de arabayı durdur Alper!
- Ne diyorsun sen ya?
- Sema arabadan in hemen.
- Sen ne karışıyorsun lan? Oldu be. Bunca zaman konuşmayacağım seninle sonra gelip arabadan in, çabuk in abilikleri yapacaksın bana. Anam mısın? Babam mısın?
- Sema seni son kez uyarıyorum.

Son uyarımı ciddiye aldılar. Dedim ya şu Alper, sevilen ve eğlenceli bir tipti. Alper bana saldırmaya başlayınca nasıl oldu anlamadım ama birkaç kişi bir anda bana saldırmaya başladı. Hani ben Alper'e karşılık veriyor olsam saldırmaları normal ama ben zaten Alper'e karşılık vermiyorum neden daha fazla kişi saldırıyor çok manasız. Sonra arabaya binip gittiler. Gözlerim bulanık bulanıkta olsa takip ettiğim kadarıyla ilk soldan saptılar. Fabrika yolu...

***

Bu Sema'yı son görüşüm değildi. Ama uzun bir süre görmedim. Bu da şu anlama geliyor. Uzun bir süre boyunca uykularımda inleyen bendim. Üniversite tercihleri açıklandığından birkaç saat sonra kapımız çaldı. Ben odamın tavanın ne kadar güzel olduğunu ve acaba daha ne kadar güzelleştirebilirim diye düşünürken benim odamın kapısı çaldı. Benim "gel" dememi beklemeden kapının kolu yavaşça açılmaya başladı. Ben "gel" demeden yalnızca bir kişi içeriye girerdi ama onun da kapı kolu hızını takip edemezdim. Gelen oydu yine ama o değildi artık. Elinde bir zarf ile içeriye girdi yüzünde muzip bir gülücük.

- Kızgın mısın bana?
- Ben mi?
- Evet
- He! Yok hayır. Neden kızgın olayım.
- Ne bileyim o son gece falan
- Sen kusura bakma biraz alkolü fazla kaçırmışım.
- Sen alkol kullanmazsın ki.
- Bu yaşta kimse düzenli olarak kullanmaz ama madem mezun oluyorum biraz tadını çıkartayım dedim.
- Anladım.
- Kızgın değilim yani onu söylüyorum.
- Gidiyorum ben.
- Dur daha şimdi geldin yanlış bir şey mi söyledim?
- Öyle değil. Ankara'ya gidiyorum. Üniversite...

Kiminle birlikte gideceğini, kiminle eve çıkacağını, kiminle birlikte iş hayali kurduğunu ve hepsinin amına koyayım kiminle evlilik hayali kurduğunu yazdırmayın bana!

***

Bir daha hiç aramadı beni. Ben de onu aramadım. Ama bir kere söylemiştim ya size benim onu aramıyor olmam onu aklımdan çıkardığım anlamına gelmiyordu. Fakat yavaş yavaş yüzünün yuvarlaklığını unutuyor gibiydim. Muhtemelen çizgileri artıyordu, saçları kalınlaşıyor, kirpikleri kısalıyor, elleri toparlanıyordur, uzuyordur, ne bileyim işte değişiyordur. Hep onu bir gün görürsem tanıyamam diye korkardım. Ayrıca bu korkumun neden olduğunu hiç bilmeden. Unutulduğun bir insanı hatırlamayacak kadar nerede kaldı kalbim?
Bir pastahanem var benim. Bu Pervin'in fikriydi. Pervin gastronomi bölümü mezunu oldu ve branş olarak tatlıları seçince bu işte baya ilerletti kendisini. Yanına yalnızca her dediğini yapacak cesaret değil ama onunla beraber zorluk çıkarmadan yola çıkacak birisi gerekiyordu ki en hayatım boyunca sanırım en doğru olduğum seçenektim. O tatlıları yapıyor ben ise dükkanın tüm mali ve malzeme işleriyle ilgileniyordum. Garsonlar okul sezonuna göre değişiyor kışları bazen biz garsonluk yapıyorduk. Zaten toplamda dokuz masası olan görünürde bahçeli ve tuvaleti ortak olan bir pastahaneydi. O yüzden aşk yaşamak için pek romantik olmasa da eve dönerken bizim keşfettiğimiz kayısı reçelli çöreklerden almak için güzel bir dükkandı.
Pervin ile benim aramda bir şey olduğunu sakın düşünülmesin çünkü Pervin evliydi. Eşi ise pilottu bu yüzden çok sık görüşemezlerdi. Bu bir yandan Pervin'i üzüyor olsa da bir yandan kendisini işe adamak için geri çevrilemez bir fırsattı.

Dükkanın malzemeleri akşamdan azaldıysa akşamdan alışverişe çıkmazdım çünkü hiçbir zaman acil alışveriş yapılacak kadar kalabalık müşterimiz olmadı. Dükkanın en sevimli yanı buydu bir de renklerinin pastel yeşil olması tabii.
Sabah erken uyandım ve alışveriş için şu koca toptancı mağazalarına gitmem gerekiyordu. Hem ucuz oluyor hem toptan alıyoruz falan filan işte. Bunları niye mi anlatıyorum?
Alışveriş yapıyordum. Koca tezgah yolunun sonunda bir kadının dikkatli bir şekilde bana baktığını fark ettim. İlk başta bakamadım çekindim daha sonra kafamı kaldırdığım dizimin üzerinde bir acı hissettim. Başımda bir kanıma acısı doğdu. İçim yorgan oldu, yüzüm apartman kapısı...

- Sema...
- Merhaba
- Nasıl yani?
- Şaşırdın mı?
- Yok yani şey ben gittin diye biliyorum. Yani sen üniversite diye gittin bir daha hiç olmadın.
- Geri geldim ben.
- Hiç haber vermedin?
- Veremedim biraz ani oldu.
- Ne kadar ani? Ne zaman geldin?
- 8 yıl oldu geleli
- Bu mu ani olan?

Yüzü hiç konuşmak istemiyordu. Zorlamadım ben de. İşin tuhaf tarafı şu. Sema'yı görmüştüm. Ve Sema'yı tekrar görürsem ne yapacağımı bilmiyordum, hazır değildim. Sema benim düşlediğim gibi değildi. Yani ben Sema'nın hep mutlu olduğunu hatta onun mutlu olduğunu düşündükçe kudurduğum, sinir krizleri geçirdiğim bile olmuştu. Ama sekiz yıldır buradaymış. Mutlu değildi. Sema mutlu değildi ve bu yüzünden belliydi. Üstelik o toptancı mağazasında çalışıyordu. Bu söylediklerimi düşünmeye başlamam yaklaşık 12 dakika sonra olmuştu. O 12 dakika boyunca kulağımda bir füze çınlaması ve filistine adanmış tüm merhameti içimde hissedebiliyordum.
Mağazanın içerisinde boş boş dolanmaya başladım. Sepetin içerisine anlaşılmasın diye alakasız birkaç parça bir şey aldığımı fark ettim. Aldıklarımı geri koyarken gözlerimle Sema'nın nerede olduğunu tekrar görmeye çalışıyordum ama göremiyordum. Beni gördüğü yere tekrar gittim ilk başta korkak korkak gezinirken bir yerden sonra sepeti bırakarak içeride dolaşmaya ve Sema'yı aramaya başladım ama yoktu! Gerçekten yoktu. Artık bunun bana yapılmış travmatik bir halis olduğunu düşünmeye başladım. Ellerimle başımı ovuyordum, gözlerimi açıp kapatıyordum. Gerçek buydu! Sema yoktu...

***

Başım yastığımın üzerinde ve gözlerim, bir dönem hiç sevmediğim ama şu an tek hatırası olan o muazzam gökyüzündeydi. Bir yandan hayal görmenin korkutucu olduğunu düşünsem de bir yanda Sema'yı olgun bir kadın olarak düşlemenin keyfindeydim. Belki benim düşlediğimden daha güzeldir ama, bu hali bile çok güzeldi. Çok güzel olmuştu. Fakat asıl aklımı kurcalayan kısmı ise ya mutluluğu? O an kendim ile ilgili bir şeyi daha fark etmiştim. Hayatım boyunca kendi mutluluğumdan ziyade bir başka insan için. Ne bir başkası Sema'nın mutluluğu için yaşamışım. Bu gerçek ile yüz yüze gelince anlayabilmişim bunu. Bir başkasının mutluluğu için heba edilmiş mutlu bir hayat... Ne garip başlık! Kapı çaldı, "gel" demeden kapının kolu birden açıldı ve Sema'nın başı kapıdan içeriye doğru uzandı.
Sema...

- 2. Sınıfta aldattı beni. Çalışıyordum başım ağrıyınca işten izin aldım. Telefonun ışığı bile beynimi deliyordu o yüzden haber vermedim Alper'e. Eve gidince sürpriz yaparım dedim. Eve geldim ve klasik sahne işte. "Bonom yotoğomdo boşko bor kodonlo"
- Sonra ne yaptın?
- Okulu falan bıraktım. Mahvolmak böyle bir şeymiş. 3-4 sene ne yapacağımı bilemeden boş boş dolandım. Sonra geri döndüm işte.
- Neden haber vermedin?
- Haber vermek mi? Ben bir ara yaşadığımı bile unuttum.
- Biraz kötü davranmış kendine
- Duygusal olmaya gerek yok ama bana da pek iyi davranmadılar
- Belki sen iyi olanı tercih etmemişsindir
- Nasıl?
- Yok bir şey.
- Sen neler yaptın? Anlatsana biraz. Seni görmek o kadar iyi geldi ki. Aslında hep sana gelmek istedim ama bana kızgın olacağını düşündüğüm için hiç gelemedim.
- Keşke gelseydin. Yani kızgın değildim sana.
- Geldim işte.
- Evet geldin.

Bazı sözcükler ağzından çıktıkça yüzünün daha berraklaştığını görebiliyordum. Konuşmak ona iyi geliyordu. Kendisini güvende hissediyordu belki birazcık abartı olacak ama kendini yeniden evinde ya da sığınağında hissediyordu. Bunu görmek ise bana iyi geliyordu. Dizimin ağrısı geçmişti, baş kanamam da durmuştu. Ben onu öyle izlerken derin bir nefes alarak başını yastığa bıraktı. Yorganı büyük bir top yaparak sarıldı.

- O kadar iyi geldi ki. İyi ki varsın.

Dedi. İyi ki var mıyım? Sahiden mi? Ona iyi gelen ben miydim? Burayı bu kadar özlediyse ya da şu an bu kadar mutlu olduysa acaba hep kalır mı? Ben düşünmeye devam ederken... Bir dakika sahiden iyi ki var mıydım ben? Kimdim ben? İsmim neydi benim? Hiç boynunu öpmediği bir adamın yatağında yatıyor ve ona iyi ki varsın diyor ama kimim ben? İsmim ne benim? Bir ömrü heba ettiğim kadına bu kadar yakınken ona dokunamayacak kadar kendimde aşamadığım neydi benim? Sahiden kimdim ben?
Ben kendi düşüncelerimde boğulurken kaşlarımı çatmaya başlamıştım ama Sema fark etmemişti. O sırada gökyüzünü izliyordu. Hatırlıyorum biraz izledikten sonra başını yastıkta yan çevirecek ve gözlerini kapatacaktı. Öyle oldu... Birazcık gökyüzüne baktıktan sonra başını yan çevirdi gözlerini kapattı. Fakat bu sefer gözlerini kapatır kapatmaz bir şey dikkatini çekmiş gibi direkt açtı gözlerini, başını kaldırdı, dikkatlice baktı, hatırlamaya çalıştı ve başını bana kaldırıp bir süre durduktan sonra.

- Yastık kılıfını hiç değiştirmedin mi?

Ben buydum işte.