23 Aralık 2018 Pazar

Ne zamandan düşündün sen beni? İlk ne zaman düşündün?

Babamın her sabah okula beni arabayla bırakması kış ayları için her ne kadar cazip olsa da, okulun önüne gelir gelmez etrafımda beliren delici bakışların yarattığı soğuğu hiç bir eylem ısıtamıyordu. Üstelik bunu babama söylediğim zaman bazı şeyleri büyüyünce anlayacağımı ve bunlar için canımı sıkmamam gerektiğini söylerdi. Benim için çok fazla rahatlatıcı bir yanı olmazdı ama, o sürekli olarak bunları tekrarlardı. Babamın benimle konuşmadığını düşünmeyin sakın aslında her gün konuşurdu fakat bu konuşmaların benim için değil de onun ölümsüzlüğünü kanıtlaması hatta bunu garanti altına aldığını görmek istiyordu. Ona da babasından kalan bütün işleri ve beraberinde gelen onca sorumluluğu tek başına idare edebildiğini kendisine bir başarı madalyonu olarak takmıştı. Haliyle bende de aynı istikrarı görmek için insanların benim arabayla okula geliyor olmamı pek umursuyor olmamı istemiyordu. Sınıf arkadaşlarımın yazları gittiği halı saha kamplarına gitme isteğimi de pek umursamıyordu, okul gezilerini de hatta veli toplantılarını da...

İlkokula giden çocuklar için bile bazen büyük yaramazlıklar düşünülebilir. Ben ise bizim sınıfın yapabilecekleri en büyük yaramazlıkların her daim en büyük fanıydım ve her ne kadar istemiyor olsam da tek ispiyoncusu. Çünkü kızlarla beraber sınıfta kalan tek erkek çocuğu bazen ben olurdum. Sırf onlara yakın olduğumu göstermek içinse bazen saçlarının tepesinin döküldüğü tüm okul tarafından kabul edilen fakat kendisi inatla her gün tarayarak bu yıkımı görmezden gelen müdür yardımcısına onların nereye gittiğini söylerdim. Tahmin edildiği üzere bu yüzden sınıftan bazı ele başları benimle ciddi ciddi konuşmazlardı. Bazıları ise sadece sınıf arkadaşlığımız bağı kadar severdi beni. Yani günün aydın oluşunu sınıfta kutlar, sınav esnasında kalem traşa ya da silgiye ihtiyaçları olursa iletişim kurar ya da en iyi ihtimalle okul çıkışı birbirlerimize iyi akşamlar dileklerinde bulunurduk. Fakat cuma akşamı Olacak O Kadar programında bu hafta acaba hangi skecin yer alacağını hiç tartışamazdık. Bardak devirme oyununda bütün o boyaların acaba hangi yarışmacıya döküleceğini de. Gerçi onlar kendi aralarında tartışırlardı. 

Yalnızlığı ciddi manada sevmeye başlıyordum. Aslında insan neye mecbur kalırsa onu bir yerden sonra bir şekilde sevmeye başlıyor. Sanırım henüz yedi yaşında iken mutlu olma ihtimalimiz yok ama alışmak zorundayız gibi çok derin bir cümle kurmuş olabilirim. Durduk yere nereden geldiğini anlamadan İpek geldi yanıma. İpek, bizim sınıfın tatlı kızlarından bir tanesi işte. Sakarlığı ile sınıfın neşe kaynağı ve etek açma oyununda en kurnaz olduğu için altı en çok merak edilen tatlı kızı. Onun hakkında tüm bildiklerim bu kadar. İpek geldi elinde tost vardı, tost yiyordu yani. Bana da ister misin? diye sordu ve yanıma oturdu.

- Yok sağ ol. 
- Neden tek başına oturuyorsun?
- Genelde tek başıma otururum.
- Sıkıcı değil mi?
- Bir yerden sonra alışıyorsun. (Eğer o sıralar Tarkovsky'nin "Kendinizi, kendinizle zaman geçirmeyi yalnızlık sanmayacağınız şekilde yetiştirin" sözünü biliyor olsaydım yapıştırırdım.)
- Bana sıkıcı geliyor yalnız olmak o yüzden yanına geldim.
- İyi yaptın teşekkür ederim. 
- Tost ister misin? Bir daha soruyorum.
- Neyli?
- Sadece sucuklu 
- Sadece sucuklu mu? Kaşar peynir neden koydurmadın? Genelde karışık yenir.
- Bir şeylerin tadı yalnızken daha güzel oluyor.
- Biraz garip oldu.

***

İpek, üniversite sınavı için Çivril'de bir okulda girecekti ben ise Serinhisar. Geceden birbirimizi arayarak iyi dileklerde bulunduk ve asla heyecan yapmadan sınavda gayet sakin bir şekilde çözerek bir sene gösterdiğimiz emeğin karşılığını alacaktık. Sınav heyecanını atlatmak için ikimiz de telefon başında hayaller kurmaya başladık. Kesinlikle üniversite tercihlerimizi Denizli'den başka şehirlerde yapmak istiyorduk. İlk başta Eskişehir konusunda çok kararlıydık hatta tam göbek bölgede olduğu için rahat rahat Türkiyeyi gezebiliriz diye plan bile yaptık. Birinci senemizin sonunda birlikte eve çıkma hayali sanırım konuşmanın en keyif verici yeriydi.

- Umarım yakın zamanda yazmaya başlarsın
- Anlamadım İpek, ne yazmaya başlayacağım?
- Hayallerimiz böyle söz üzerinde kalmaz umarım.
- Bunları yazmam mı gerekiyor?
- Nasıl yani? Dalga mı geçiyorsun?
- Evet neden bunları yazmam gerekiyor ki?
- Neyse tamam. Sadece ben söylemek istedim yani ya da ne bileyim değişik olur diye düşünmüştüm o yüzden... Neyse ee ne diyorduk?

Ben başımı duvara yaslamış ve popomla holdaki boşlukta otururken babamın salon kapısından beni izlediğini gördüm. Bir anda gülüşlerim buz gibi oldu. İçime bir sopa girmiş gibi hissettim. Kapatmam gerektiğini söyleyerek telefonu kapattım.

- Kim bu İpek?
- Arkadaşım?
- Saçma sapan hayaller kurduğun bir arkadaşın mı?
- Hayır sadece birbirimize moral veriyoruz.
- Yarın sabah sınava gireceksin biliyorsun değil mi?
- Biliyorum tabii ben sadece..
- Git yat şimdi. Bunları daha sonra konuşuruz.

***

Ankara'da Üniversite okumak siyasi görüşü olmayan birisi için gayet korkutucu olabiliyor. Kendimden bahsediyorum tabii ki. İpek ise ilk tercihi olan İzmir'i kazandı. Sürekli telefonda konuşuruz ve İzmir'in ne kadar güzel olduğundan bahsediyor. He bu arada ben kendisine sınavdan sonra buluştuğumuzda sanırım Hukuk okumam için Ankara'nın en doğru tercih olacağını onun ise daha güzel bir şehir tercih etmesini böylelikle yazları onun yanına rahatlıkla gelebilirim bahanesini kullanarak onu ikna etmiştim. Aslında gerçeğim, yirmi yaşında babasının sözünü dinleyen aptal bir sümsükten başka bir şey değildi. 

- Çok güzel bir şehir. Gerçekten rüya gibi. O kadar insanın neden burayı istediğini şimdi daha iyi anlıyorum. Peki ya Ankara?
- Ankara? Ankara çok güzel gerçekten her gün sevmek için başka bir bahane buluyorum. 

Sanırım hayatınızla ilgili geri dönüşü olmayan kararları yirmi ila yirmi sekiz yaş aralığında veriyorsunuz çünkü ben yirmi başında ilk geri dönüşü olmayan kararımı vermiştim. Bir şekilde İzmir'de olmalıydım. Bir sene boyunca telefonda birbirimize yaşadığımız deneyimleri, gezdiğimiz yerleri, tanıştığımız insanları ve İpek aşık olduğu çocukları anlatıyordu. Mutlu olduğu zamanlar onu dinlemek bana çok iyi geliyordu çünkü sesi gagasıyla yumuşak bir talaş yığınına dokunan kuş gibi inceliyordu. Konuşmalar esnasında sürekli gülümsüyor, anlatırken ne anlattığını unutuyor ve en önemlisi bu aptal hallerine en çok kendisi gülüyordu. Ben de istemsizce onun mutluluğu karşısında kağıdı kalemi bırakarak dünyanın en zahmetli işi olan mutluluğu tadıyordum. Fakat ne zaman uğradığı ihaneti, kaldıramadığı bir acıyı anlatsa bana da bir taş oturuyordu. İlk rakı bardağıyla tanışmam onun şerefiyle olmuştu yine onsuz ama. Sanırım bu hayata dair bir çok ilkim İpek sayesinde ama İpek'siz oldu. Ne acı! Onun acısına bir şey yapamamak erkekliğimden utanmam için gayet yeterli iken kendime çare olarak daha çok ders çalışmak gibi sikimtrak bir sonuç çıkartınca gözlerim de artık neye ağlayacağını şaşırmıştı. 

***

- Oha! Ciddi misin? Sana hemen Buca taraflarından ev bakalım ben buralardayım çünkü.
- Tamam sen biliyorsun oraları. Sen nasıl dersen öyle olsun.
- Tam uçak saatini söyle bana. Ona göre almaya geleceğiz seni.
- Gerek yok gelirim ben. O kadar zahmet etmeyin.
- Orhan'ın arabasıyla geleceğiz. Zaten o da çok tanışmak istiyor seninle biliyorsun.
- İyi tamam 14:30 kalkış 

İpek ve Orhan. Peki bu sefer ki tamam mıydı? Üstelik şimdi ben de yanlarında olacağım. Ne hissetmem gerektiği konusunda bir şey bilmiyorum. Bu arada ben size İpek'ten bahsettim mi? İpek, benim ilk gök kuşağım. Her daim en yakınımda olan ve benim için çoğu kez fedakarlıktan çekinmeyen güzel kadın. Ben de onun için kendimde keşfetmediğim daha doğrusu bilmediğim çoğu duygumu tattım. O yüzden hayatımızın geriye kalan kısımlarında onunla ayrılmamaya karar vermiştik. Sanırım ilk defa birleşiyorduk bir biraz garip durumdu ama olsun her şey adına yani yaptığımız tüm planlar adına bizce güzel bir başlangıçtı. İkimiz de bunun farkındaydık sadece birbirimize çaktırmıyorduk. 

İpek'in evinin hemen arka sokağında güzel tatlı küçük bir ev tuttuk bana. Babama ise bir süre bu durumdan bahsetmemeye eğer durumlar çok karışırsa program değişikliği ne bileyim seminer gibi bir bahane bulup geçici çözümler bulabilirdim. Açıkçası şu an düşünmem gereken kısım babam değil artık İpek ile geceleri telefon konuşmaları yerine birlikte çay demliyor, rakı içebiliyor ve tüm düşlediğimiz hayallerimizi yavaş yavaş yaşamaya başladığımızı hissediyor olmaktı. Bir de Orhan ile tabii... 

Yaklaşık 3 ay sonra İpek'in artık tamamıyla mutlu olduğuna inanmıştım. Hiç bir sorun çıkmamış ve yaşadığı her şeyden gayet memnundu. Hayatını seviyordu. Benim neden içimde kuşkular olduğunu ben de bilmiyordum ama bu tablo benim bu kuruntularıma son veriyordu. Onun için endişelenmelerim azalıyordu, uykuya daha kısa sürede dalabiliyordum. Orhan'ın olmadığı zamanlarda sürekli Orhan'dan bahsediyor ona yaptığı küçük sürprizlerden ve ne kadar ince düşünceli olduğundan bahsediyordu. Aslında bir yerden sonra dinlemek sıkıcıydı ama anlatılan her şey İpek'in kalbinden geliyordu bana. Dudaklarına değen her sözcük bir kokuya bulanıyor, bir renge sahip oluyor öyle ulaşıyor bana. Sanırım söylediği her kelime her cümle içimde kendi kendine yer buluyor ve bana dokunulmaz sihri yaratıyor. Sanırım artık kendimi koparmam gereken ve koparırken de bağlamam gereken başka duyguya sahip bir hayat vardı önümde.

İzmir sahiden çok güzel bir şehirdi. Kızlarının neden bu kadar güzel olduğunu, balıklarının ne kadar insan ağzı için yaratıldığını hatta midyelerin içerisinde neredeyse tümünde inciler olduğunu düşünür hale gelmiştim. Okul hayatım ise pek umursamadığım şekilde ilerliyordu. Nedense trafik kavgalarını izlemek ya da cafelerde en azından bir kaç yıllığına beni idare edecek ortamlar kurmak daha eğlenceli geliyordu bana. Yine de kalbim şu saçma sapan aldatma ve aldatılma hikayeleriyle karşılaşacak diye ödüm kopuyordu. Dışarıda daha fazla vakit geçirince başka insanlar tanımaya başlayınca bir süre sonra alışkanlığınız olan insanları daha az görmeye başlıyorsunuz. Bu sevgilerinden bir şey azaltıyor anlamına gelmiyor ama sadece daha az görüyorsunuz hepsi bu! Üstelik bu kadar güzel kız varken... Anladınız işte!

Şu Selim, birazcık ağzı bozuk ama sanırım nasıl konuşulması gerektiği konusunda ilginç yetenekli birisi. Böyle istediği zaman durdurulamaz bir duygusallık istediği zaman ise inanılmaz eğlenceli bir dili oluyor. Tabii kızlar nedense böyle çocukla zaman geçirmek için çok fazla düşünmüyorlar. E ben de yanında olduğum için kendi payımı almaya çalışıyorum. Kalbi iyi ama bakmayın böyle dediğime. Zararsız bir çocuk.

- Bu akşam plan yapmıyorsun temel atacağız.
- O ne demek?
- Yeni planlar ve yeni başlangıçlar...
- Siktir git lan manyak herif adam akıllı söylesene ne işte.
- Dışarı çıkacağız işte oğlum ya. Sen de alış artık her şeyi iki defa açıklamak zorunda kalmayalım sana.

Kapıda duran adama selam verdiği bir mekana girdik. İki kişiydik ve yüksek sesli bol ışıklı bir mekan için fazlasıyla çıplaktık. Fakat bu nasıl oluyorsa kendisini haddinden fazla rahat hissediyormuş gibi geliyordu bana. Ben de altta kalmamak için onun yaptığı şeyleri yapmaya çalıştım. Bir ara kulağıma gelip "Şimdi kendin için yap" deyince önce gülümsedim sonra küfür ettim. Küfür ettiğimi duydu ama bunun iyi niyetli bir küfür olduğunu biliyordu. O yüzden kırmızı kalın pipetini dudaklarıyla sıkıştırarak içkisinden birazcık çekti yutacak sandım bir anda başını kaldırarak havaya püskürttü. İçki damlaları yan masamızda duran hanımlardan birisine çarpınca, "ah çok afedersiniz üzerinize en sevdiğim içkiyi damlattım ve içkim azaldı" diyerek uzaklaştı. İşte sanırım artık gerçekten çıplaktım.
Tamam kabul ediyorum müzikler eğlenceli, ışıklar güzel ve günlük sıkıntılardan birkaç saatliğine uzaklaşmak için muazzam bir fırsattı. Pekala o halde dans!

***

Dördüncü içkimi aldığım için barmenle artık selamlaşıyorduk. Sakallı renkli gözlü bu oğlana benim bile içim gitmişken kim bilir barı temizledikten sonra dükkanı kimlerle kapatıyordur diye düşündüm. Tabii içimden düşündüm bunları o sırada dirseğim ile bardan destek alıyordum ve diğer boşta kalan elimle ağzımın kenarından akmakta olan salyamı siliyordum. Böylelikle henüz sarhoş olmadığımı millete kanıtlarken kendi içimde göt gibi olduğumu kabul ediyordum. Dördüncü içki diyordum. Aldım ve tekrar masama geçip dans etmek için birden döndüm, döndüğüm sırada birisiyle çarpıştım. Çarpışmanın etkisiyle içkimin komple döküldüğünü farkettim. O sinirle Vaaav diye bağırdım. Gözümü açtığım zaman karşımda böyle orjinal sarı ama değişik bir sarı saçları olan beyaz tenli birisini gördüm. Biraz korkmuşa benziyordu. Hemen durumu toparlamak için;

- En sevdiğim içkimi çarptım. Şimdi kendime bir tane daha ısmarlayayım. En sevdiğim içkimden içmek ister misin?

İlk başta cevap vermedi başını öne eğerek gülmeye başladı. Daha sonra içkiye bulanmış ellerini temizlemeye çalışırken başını kaldırdı ve bana baktı.

- Ne ki en sevdiğin içki?
- Selim'in özel içeceği.
- Hayır adı ne adı?
- Selim dedim ya.
- Yahu onu sormuyorum. İçkinin adını soruyorum.
- Ya Selim'in özel içeceği diyorum ya.
- Nasıl yani içkinin ismi bu mu? İlk defa duyuyorum.
- Evet o öyle söyleyince veriyorlarmış. Bana da o tembih etti.
- Bütün gün "Selim'in özel içeceği" diyerek mi sarhoş oldun.
- Ben sarhoş değilim ki.
- Genelde kimse sarhoş olmadan çıkmaz buradan. Yani kafa bulmaya gelirler.
- O zaman sarhoş olalım?
- Olalım bakalım.
- Bize iki tane Selim'in özel içeceğinden.

***

İzmir'de son seneymiş. Bir çok sıkıntı yaşamış ve sanırım artık bu şehirden gitmek için yeteri kadar bahanesi varmış. İlk geldiği zaman hissettikleri ile şu an hissettiklerinden bahsetti. Tatlı konuşan birisi. Böyle konuşurken sürekli gözlerini sana dikiyor başka yere bakmıyor. Mecburen sen de ona bakmak zorunda kalıyorsun. Aslında çok zayıf ama, yanakları birazcık dolu dolu nedense hiç göze batmıyor aksine inanılmaz bir tatlılık katıyor ona. Sanırım benden ötürü olacak ki eline sinmiş olan içki kokusundan kurtulmak için sürekli ellerini birbiri ile paspaslıyor. Bir süre sonra bunun alışkanlık olduğunu fark edince her yaptığında gülmeye başlıyor. Hikayesini anlatırken çok çekingen bir tavrı yok. İlk aldatılışından sonra ilk aldattığından bahsetti. Tenindeki dövmelerden bahsederken belini açtı ve gösterdi. Nedense açtığı sırada ben gözümü devirdim. Bunu farkedince gülmeye başladı.

- Korkma be! Soyunmuyorum sana.
- Yok ondan demedim.
- E ne o zaman o göz kaçırmalar.
- Bilmem belki utanırsın diye.
- Ben kendim açıyorum zaten neden utanayım.
- Ne bileyim ya işte öyle birden şey oldu.
- Ne oldu ilk defa mı gördün sanki?

... Sanki mi? Daha önce kimseyle birlikte olmamıştım ben. Kimseyle sevişmemiştim. Hiçbir kadının belini açık dokunmamıştım, kavramamıştım. Ben bunları düşünürken gözlerimi Elçin'in gözlerinin içine bıraktığımı da farketmemişim. Düşüncelerim gözlerime yansımış ve keskinleşmiş. Elçin bir süre bana baktı;

- Ciddi misin?

2. Selim'in özel içkisinden içtikten sonra dans etmeye başladık. Elleriyle yanaklarıma dokunuyor ve bu hiç alışık olmadığım bir kadının avuç içleriydi. Evet terli ama kokusu farklı ve fazlasıyla çekiciydi. Yanaklarımda gezdirdikçe parmak uçlarını öpüyordum. Kollarıma dokunmaya başladı, tüylerimin diken diken olduğunu farkedince sırtıma göğsünü yasladı. Bu durumdan zevk alıyordu ama, asıl zevk getirmek istediği bendim ve beni ellerinin içerisinde oyuncağı gibi oynatıyordu. Ben ise hiç rahatsız olmayarak onun oyuncağı olmayı çoktan kabul etmiş ve kısılan gözlerimin açık kalması için direniyordum. Arkama geçip bedenini sırtıma yasladı. Elleriyle yavaş yavaş kollarımdan bileklerime ve bileklerimden avuçlarıma indi. Daha sonra masanın altında yani diğer kimsenin görmeyeceği biçimde belime dokunmaya başladı. Ben kimsenin anlaması için ellerimle bardağımı tuttum ve masaya dayandım. Arkamdan ensemi öpüyor diliyle saç köklerime dokundukça boynumu hareket ettirmekten geri alamıyordum. Diliyle ısıttığı yeri soğuk nefesiyle dolduruyor, sonra gülünce de dudağından çıkan alevler ensemi kaplıyordu. Ensemi kaplayan sıcaklık ise başka bir şeyi harekete geçiyordu... Bunu hissetti! Masanın altından elini pantalonumun önüne doğru getirdi. Üzerinden dokunmaya başladı. Birileri bize görecek diye ödüm kopuyordu ama, bu an bitecek diye daha çok korkuyordum. Dokunuşları gittikçe sertleşti. Bu sanırım benim dışımda ve sünnetçimin dışında penisime dokunan ilk yabancıydı. İlk kez dokunuyordu ama kıvrımlarını çok iyi biliyormuş gibi hareket ettiriyordu elini. Başımın ağırlığı fazla gelince masaya doğru eğdim. Bir anda kemerimden tutarak beni çekmeye başladı. Masadan ayrıldığımızı farkettim. Nereye diye sormadım. Üst kata çıktık ve WC yazan kapıdan içeriye girdik. Önce beni içeriye atıp arkamdan kapıyı kapattı.

- Saçmalama bu çok tehlikeli.

İlk başta içkimi döktüğüm zaman yaptığı gülümsemenin daha keskinini yaptı ve arkasını dönüp kapıyı kilitledi.

- Artık değil.

O an bir şey oldu bana. Nefesimin kesildiğini ve tıkandığımı hissettim. Çaktırmamak için zor tuttum kendimi. Muhtemelen benden bir adım bekliyordu ama o an ilk olarak ne yapmam gerektiğini bilmiyordum. O bir şey yapsa ben devamını getirecektim ama, ben ne yapmam gerektiğini tam olarak bilmiyordum. Bana baktıkça gözlerimi kaçırmaya başladım. Çok fazla zamanımız yoktu biliyordum ama, şu kalbimin ritmini bir ayarlayabilsem bir şeylere başlayacabilecektim. Lan bu benim ilk sevişmem. Üstelik olabilecek en sıradışı şekilde hadi ama, kendine gel ve başla artık diyorum içimden. Sonra ellerini iki yana kaldırıp.

- E hadi ama terim soğuyor.
- Tamam o halde. Şey... Eee.. Öpüşmek ister misin? Yani öpüşmek istersen ben de isterim öpüşmek ne bileyim biraz yumuşatır mı?
- I ıh! Yalnızca kendi ağzımda içki kokusunu severim. Diğer türlü pek sevmem ama, öpme konusunda bir şeyler yapabilirim.

Dedi ve... Tahmin edemeyeceğiniz şekilde o pis tuvalet yerlerinin üzerine diz kapaklarını koydu. Yani o kadar pis olan yerlere nasıl oluyor da dizlerini koyabiliyor pantalonunun kirleneceğinden hiç mi korkmuyor? Kim yıkıyor o pant... Diye tabii düşünmedim. İnanılmaz bir şeydi bu. Ona teşekkür etmek istiyordum. Yani her ne yapıyorsa sanırım teşekkür etmem hatta minnet duymam gereken bir şeydi bu... Birkaç saniye sonra alışmaya başladım. Ellerimle saçlarını topladım. Başını kaldırıp gözleriyle bana bakıp gülümsedi. Hayatımda ilk defa bir gülümsemeyi tenimde hissetmiştim. Çok garipti.
Pantalonumu yarım çıkardım için telefonumun titrediğini hissettim. O devam ederken ben eğildim ama bir anda elimi tutup bir bakıma "bakma" demek istedi. Benim için sordun değildi. Birkaç saniye sonra bir daha çalmaya başladı. Önemli bir şey olacağını düşünüp aldım. İpek arıyordu....
Telefonu açtım hemen. Elçin ben telefonla konuşurken devam etmek istedi ama nedense telefonu açmadan önce bu işe bir son vermesi için geri çekildim. Telefonu açtığımda ise yalnızca "Ne olur hemen gel" diye bir ses duydum. Telefonu kapattı. Elçin benim telefonu kapattığımı görünce tekrar ağzıyla bana doğru yaklaştı ama ona hiç bakmadan elimde alnını tuttum. Ben tutunca şaşırıp bana baktı. Ben de ona bakarak;

- Özür dilerim gitmem gerekiyor.
- Dalga mı geçiyorsun?
- Hayır gitmem gerekiyor?
- Orospu çocuğu bar tuvaletinde yaptığıma bak nereye gidiyorsun?
- İpek aradı.
- Ulan madem sevgilin var ne diye bana masum çocuğu oynuyorsun?

Söylediği söz çok kafamı karıştırdı. Bir yandan düşünürken bir yandan toparlanıyordum. Elçin'in dakikalarca zevkle sıyırdığı kemerimi birkaç saniye içerisinde eski ve daha sıkı hale getirdim. Ellerimi yıkarken Elçin'in eliyle ağzını sildiği ve barın duvarına yaslanarak saçlarını geriye doğru attığını aynadan gördüm. Dönüp tekrar özür diledim.

- Kim bu İpek? Sevgilin mi?
- Hayır.
- Neyin lan o halde? Bu yaptığın ne şimdi?

Son sorusunu duyup cevap vermeden çıktım. Barda kimsenin bana baktığını düşünmeden ve içtiğim Selim'in özel içeceklerini yine Selim'in ödeyeceğini bildiğimden rahatlıkla mekandan çıktım. Fakat ters giden bir şeyler olduğunu fark ettim. Sanırım aşırı yüksek sesli müzik ve aşırı zevk patlaması sonucu muazzam bir sarhoşluğa ulaşmıştım. Nedenini bilmediğim bir şekilde İpek'e doğru koştuğumu farkettim. Ona giderken koşuyordum. Neden koşuyordum? Bu kadar hızlı gitmek isteyişim nedendi? Koşarken ise kendime sorduğum tek soru sahiden İpek benim neyimdi? Bir telefonu ile kapısına gideceğim bu kadın benim neyimdi? Neden bu kadar tarifsizdi?
Binaya yaklaştığımı gördüm alt kapı şansıma açıktı direkt daireye çıkıp kapıyı yavaşça kaldım. Bir süre sonra İpek kapıyı açtı. Kapıyı açtı ama sanki açmadan önce tüm her şeyi kapatmış gibiydi. Yüzüne bakınca anladım. İçeri girdim. Kapıyı yavaşça kapattı. Salonun ortasına gelip ayakta durdum ve etrafa baktım. Arkamdan geldi yanımda durdu o da salak salak etrafı izlemeye başladı.

- Neden böyle bir şey yaptı bana?
- Tamam düşünme şimdi boş ver.
- Nasıl düşünme ya? Nasıl düşünme başkasıyla ya düşünebiliyor musun?
- Tamam düşünme işte ya düşünme!
- Ya başkasıyla diyorum nasıl çıkarayım aklımdan
- Düşünme lan işte düşünme sokma aklına bırak siktirsin gitsin o zaman
- Kolay mı ya? Ya ben, ben seviyordum ya ben gerçekten nasıl ya?
- Nasılı yok böyle işte. Böyle oluyor işte
- Ne demek böyle oluyor dalga mı geçiyorsun benimle sen bunun için mi geldin?
- Niçin geldim lan ben? Niçin geldim ben? Beni neden aradın? Arayacak başka adam yok muydu? Arkadaşın yok muydu? Beni neden aradın? Ben neden geldim?
- Aklıma ilk sen geldin?
- Ne zaman aklına ilk geldim ben he? Ne zaman başka aklına ilk ben geldim. Canın yanınca mı? Başkaları seni siktir edince mi? Başkaları başkalarının koynuna girince mi? Ne zaman ilk olarak aklına ben geldim senin?
- Nasıl böyle konuşuyorsun?
- Böyle konuşuyorum işte. Ne oldu da ilk aklına ben geldim he? Ne zaman ilk aklına ben geldim senin. En son kartın ben miyim senin hep. Ulan senin için İzmir'e geldim. Bir telefonunla anasının amından kalkıp geldim. Peki ya ben? Ben ne zaman ilk olarak aklına geldim senin?
- Şaka yapıyorsun değil mi?
- Siktir git lan! Ne şakası! Ulan ben... Ya siktir git! Acıyorsan eğer acıma bana. Öyle bakma ben mutluyum bana acıyorsan acıma. Barda Elçin'i bıraktım geldim senin için. Ama kimsin lan sen? Kime geldim ben?
- Ben, yani ben aslında seninle konuşmuştuk yani daha doğrusu sana gönderdiğim zaman yani çok eskiden çok saçma biliyorum ama şey düşünmüştüm yani..
- Ne düşünmüştün? Ne zaman düşündün sen beni? Ulan hayatımın ilklerini henüz adımı bile bilmeyen kızlarla yaşıyorum. Ölüyorum lan senin yüzünden. Hemen yan odanda uyuyorum ama sen içeride başkalarıyla uyuyorsun diye ben yastık ısırıyorum. Ne düşündün sen? Başkalarının kollarında ısınırken benim üşüdüğümü mü düşündün! Siktir git lan, Siktir git!

Gece vakti olduğu için komşuları rahatsız etmemek için kapıyı yavaşça kapattım. Kapatırken son kalan boşluktan salona son kez baktım. İpek gözlerini büyütmüş kapıya bakıyordu. Kapıyı kapattım. Dedim ya insan geri dönüşü olmayan kararları yirmi ila yirmi sekiz yaş aralığında alıyor. Kafamın güzelliği ile 9 numaralı bir cam kenarı koltuğunda yolculuk yaparken buldum kendimi. Işıklar geçti, ağaçlar geçti derken uyandım. Sanırım bir roman yazılsa en anlamsız ve heyecansız geri dönüş hikayesi olurdu bu. Sabah 10:48 gibi Denizli'ye indim. Otogarın o iğrenç kadife kokusu bana nedense terk ettiğim ve kaçtığım evin kokusunu hatırlattı. Bavul denilemez ama tatlı küçük bir valizim vardı. Otogar çıkışındaki camiiye gidip yüzüme yıkadım ve eve doğru yürümeye başladım. Dün gece sarhoşluğumun bu şekilde ayılacağı aklıma gelmezdi. Okulun önünden geçtim. Geçerken bakmamaya çok direndim. Fakat o tost yediği köşeye gelince istemsiz olarak bakmak istedim. Ne şans ki ders saatiymiş orada kimse yoktu.

***

Babamın nasıl tepki vereceği açıkçası korkularım arasında yer almıyordu ama, herhangi bir kavgayı daha kaldıramazdım. Ne olacaksa olsun dedim ve kapıyı çaldım. Babam açtı. Beni görünce ilk başta çok şaşırdı. Şaşkınlığını gizlemek için valizimi alıp içeri girdik. Sarıldı bana. Neden habersiz geldiğimi bir sorun olup olmadığını sordu. Onu geçiştirmeye çalıştım. Yorgun olduğumu anlayınca çok üstelemedi. Valizimi odaya yatıp yatağa olduğu gibi uzandım. Bir süre uyukladıktan sonra babam gelip üstümü çıkarıp beni yatırdı. Uyumuşum. Çocukluğumun kokusu içinde uyumak büyüdüğünü anlamanın en acı yoluymuş. Akşam üzerine doğru kendime gelince hemen kalktım yataktan. Evde sessiz hareketlerle babamın beni farketmemesini sağlamak istiyordum. Mutfaktan bir ses duydum. Kaçmak mümkün değildi.

- Uyandın mı?
- Uyandım uyandım
- İyi misin?
- İyiyim.
- Otursana kahve içmek ister misin?
- He yok ya! İyiyim baba sağ ol.

Babam o an elindeki her şeyi bıraktı. Uzun uzun bana baktı. Bir şey söylemek istiyordu, tavsiyeler, nashiyatlar çıkacaktı ağzından belliydi ama ne kendini yormak ne de beni yormak istiyordu.

- Şımarıklık yapmak istemem oğlum ama, sen benim kanımdansın. Bir derdin olduğu zaman bana benzersin. Anlarım yani.

Nedendir bilmem kendimi inanılmaz güvende hissettim. Babam o sırada uzun uzun bakmaya devam ediyordu bana. Sanırım babama ayrılığımız yaramış diye düşündüm. Beni özlediği her halinden belliydi ve sanırım bana kızmayacak kadar özlemişti beni. Onu öyle görünce anlatacak başka kimsemin olmadığı fark ettim.

- Şu ilkokulda bir kız vardı hatırlıyor musun?
- İpek mi?

Babamın adını hatırlıyor olması çok garip gelmişti bana. Güvenim ve hikayeyi anlatma isteğim daha da yükselmişti. Ona karşı işlediğim tüm günahları yaptığım tüm hataları hatta ona söylediğim tüm yalanları bile itiraf ederek hikayeyi anlatmaya başladım. Babam beni çok dikkatli dinliyordu onu öyle dinlerken gördükçe daha detaylı anlattım. Bittiği zaman ise babamın bir yorum yapmasını bekliyordum. Evet ben hikayemi anlattım acımı, derdimi paylaştım ama, babam bir şey söylemediği için birazcık gerilmiştim. Acaba benden bir şeyler duymak için bana böyle iyimser babayı mı oynadı? Birazdan elini masaya vurup bağırmaya mı başlayacaktı. Gözleri masada elleriyle masanın desenlerini kurcalıyordu. Ben iyice gerilmeye başladım. Babam bir süre sonra masadan kalktı. Arkasından bir şey demeden izlemeye başladım. Ben hikayemi anlattım ve bir şey demeden kalkıp gitti mi? Neydi şimdi bu diye düşünmeye başlarken odasından sesler gelmeye başladı. Bir şeyler kurcalıyordu. Dolabından çekmece sesleri geldi. Biraz daha kurcaladı sonra dolabın kapağını kapattı. Biraz bekledikten sonra mutfağa doğru tekrar yürüdüğünü duydum. Gözlerim merakla kapıda onu bekliyordum. İçeri girdi elinde bir şey vardı. Ne o diye düşünmeye kalmadan elindekini masaya fırlattı.
Bir defter...

- Ne bu?
- Sana bir hediye.
- Bana hediye mi?

İçini açtım. İlk sayfasında "Hayallerimizi yazmaya ve sonra bir ömür yaşamaya var mısın?" diye bir not vardı. altında ise içi boyanmış el çizimi bir kalp bir ucunda İpek diğer ucunda ise silinmeye çok müsait bir soru işareti. Hem soruyu soruyor hem de ismimi yazmamı istiyordu yani. Yani mi? İpek mi?

- Ne zaman geldi bu?
- Sınava girmeden bir gün önce
- Hangi sınava?
- Üniversite sınavına.
- İpek o gün telefonda hatırlıyorum bana bir şeyler ima ediyordu. Benim görmediğimi mi düşündü yani ya da kabul etmediğimi mi? Bir dakika. Neden vermedin baba?
- Ben sadece bir şeyleri öncelikle kazanmanı istiyordum.
- Baba bu... Bu çok garip. İpek bu yüzden mi?


İpek, biz yıllar önce sınava girerken bana bir teklifte bulunmuş. Benim yıllarca bundan haberim olmamış. Onu hep reddettiğimi düşünmüş olamaz herhalde. Şu an ne hissettiğimi bilmiyorum. Odama koştum henüz açmadığım valizi tekrar alıp evden koşar adım çıktım. Babama kızmadım yani bilmiyorum kızdım aslında ama şu an öyle bir duyguya yer ayıramayacaktım. İpek'e koşarken buldum yine kendimi. Elimde bir defter ve diğer elimde valiz ama bu sefer kilometrelerce mesafe vardı aramızda. Daha hızlı koşsam bile ona kavuşmam öyle hemen olmayacaktı. Uykusuz yüzüm bir anda ilginç bir gülümsemeyle kaplandı. Otobüse bindiğim zaman kalkması için sürekli etrafımı kontrol ediyordum ama, bunun hiçbir katkısı yoktu. Dün gece İpek'e nasıl bağırdığım neler söylediğim aklıma geldi. Kötü düşünceler ile boğuşurken bütün bunları yok edecek başka bir şey bir anda gözlerimi parıldatıp kalbimin varlığını hissettirdi bana; Aslında ben onun aklına ilk önce gelmiştim...
Otobüs kalkmadan önce defter elimdeyken aklıma daha iyi bir fikir geldi. Muavinden kalem rica ettim. Defterin ilk sayfasını açıp ilk gerçekleştireceğimiz hayalimizi yazmak istedim. Kalemin kapağını açtım ve düzgün bir yazıyla...

Geliyorum...