26 Ekim 2016 Çarşamba

Güzel kapaklı bir kitabın içinde ki güzel anıya sahip iki farklı insan

- Peki ya çocuklar?
+ İyiler. Düzelttik durumları. Ara sıra çıkıyoruz.
- Çok sevindim.
+ Sen?
- Aynı işte.
+ Hiç değişmemişsin

Gülümseye başladı. Önce başını eğdi gülümsemesi belli olmasın diye uğraştı. Sonra engel olamadı kahkahasına. Öyle güzel gülmeye başladı ki ben de dayanamadım. Bir an bütün gerginliğim gitti. Ben de onun hareketlerini izledim. Önce başım önde gülümsemeye başladım daha sonrasın da gülmelerim yükselince kaldırdım başımı. Artık bakışarak gülüyorduk ama ara sıra kaçırıyorduk gözlerimizi. İkimizde de birbirimizi durdurmaya çalışan bir eylem vardı ama, bir yandan da uzun zamandır hayattan böyle keyif almamıştım sanki...

İnsana bazen bildiği yollar öyle uzak geliyor ki,  burnunun içinde nefes alsa bile sanki dünyanın bir diğer ucuna konmuş gibi kalıyor sana. Halbuki kokusu buram buram kırbaçlıyor yüzünü bir karış öteden. Yüzünde ki kırışık hatlar bile hala aynı yerlerinde duruyordu. Küçücük ellerinin kocaman evi saracak sihirli güçleri, şikayetleri yine aynı yeri almıştı masanın ortasında...

- Çocuklar kızgınlar mı bana?
+ Neden?
- Ne bileyim öyle olanlardan sonra hiç konuşmadık etmedik.
+ Yok. Sadece merak ettiler seni. Söyleyemediler?
- Neden?
+ Ben istemedim.
- Neden?
+ Yaşıyor olmandan korktum hep.
- Ölmemi mi istedin?
+ Sadece yaşıyor olmanı unutmak.
- Ya şimdi?
+ Yaşıyormuşsun.
- Hala korkuyor musun?
+ Alıştım.

Her bakışında anlam vardı. Hiç yapmadığı bir alışkanlık kazanmıştı. Ara ara parmaklarıyla oynayarak uzaklara bakıyordu. O ne zaman uzaklara dalsa ben de sanki için için ona sokuluyor gibi oluyorum. Yastığım kokuyordu göğsünün üstü. Sanırım saçlarında hala ellerimin izleri kalmıştı ama, ne garip bir hisse aynı masada çay içtiğimiz kadına bir türlü dokunmak gelmiyordu içimden. Hep beni özlemiş midir acaba diye merak ettim. Ne kadar garip bir his bu böyle. Sanki ömrümün yarısını geçirdiğim kadın bir yabancı gibi bakıp bakıp kaçıyordu benden. Ama bazı anlar o da yakalanıyordu tuzaklarımıza. Bazen ikimizde çok iyi biliyorduk bazı gecelerde sarılarak uyuduğumuzu. Hatta bir ara hatırlar gibi oldu o benden önce uyuya kalıp benim dönüşlerimden rahatsız oluşunu. Hatta bir ara şeyi bile hatırladı. Her sabah ondan önce kalkıp onu güne hazırlayaşımı. Acaba şimdi nasıl uyuyor ve uyanıyor diye geçirdim içimden. Sanki bakışlarıyla; "Tadı yok" dedi...

- Sen neler yaptın?
+ Bir işe girdim çalışıyorum.
- İyi kazanıyor musun?
+ Şuan hesabı ödeyecek kadar.

İlk defa ortak cüzdanımızın artık kişisel hesaplara dönüştüğü hatırladık. Sanki ona bir şey anlatmak istiyormuşum gibi hissetti. Gülecek gibi oldu yüzü ama durdu bir anda. Eskiden hesaplar için hiç kavga etmediğimiz geldi herhalde aklına ya da şimdi hesabı öderken gerçekten kimin hesabından çekeceğimiz? Benim geldi... O bakardı hesap işlerine. "Merak etme öyle çok harcamalar yapmıyorum. Biraz daha tutumluyum" demek geldi içimden. Eskiden çok kaygılanırdı parayı boşa harcıyorum diye. Çok paramız olduğundan değil ama gereksiz küçük harcamalara kızardı işte. Şimdi de bağıra bağıra "Öğrettin bana" demek geldi içimden...
Dilimin ucunu rahatsız ediyordu söyleyeceklerim. Ne çok şey birikmiş konuşacak. Acelemiz vardı yalnızlıklarımıza yetişmemiz gereken. Alışmıştık kaçarak sığındığımız o karanlık soğuk köşelere. Yeniden aynı gölgenin altında aynı rüzgarın yanaklarımızı okşaması ağır gelirdi kalbin çektiği onca acıya. Merhametlidir oysa aşk... Hep bulur bir bahane affeder tüm küfürlü ağızları. İkimiz birden unuttuk bütün küfürleri sadece aklımıza bir gece gezi parkında bir belediye bankında öpüştüğümüz geldi...

+ Ne zaman geldin?
- Yeni geldim.
+ Yeniden hoş geldin.
- Teşekkür ederim.
+ Hiç aklına geldiğim oldu mu?
- Nasıl yani?
+ Yani hiç düşündün mü beraber geçirdiğimiz zamanları?
- Evet
+ Nasıl oluyor?
- Garip. Gerçekten çok garip. Yani bir zamanlar onsuz olamayacağını inandığın adamdan haber bile alamıyorsun.
+ Çok garip değil mi? Oysa o senin nefesin idi.
- Dediğin gibi... Nefesin idi. Ama bir şekilde yaşıyor işte insan.
+ Alışabildin mi?
- Sen?
+ Çamaşır suyu dışında hepsine alıştım. Onu hala senin kadar sık kullanmıyorum. Birde çamaşırları senden daha çok biriktiriyorum
- Çarşafları da değiştirmiyorsundur.
+ En azından iki tane yastık kaldı. Değişmeli kullanıyorum.
- He yokluğum yaradı ya sana.
+ Hayır.
- Hayır mı?
+ Senin yastığına bir kere bile başımı koyamadım. Kokusu gider diye korktum.
- Gitsin istemedin mi?
+ Senin gitmeni istedim.
- Aynı şey değil mi?
+ Kokun. O evde bana bıraktığın son anımızdı. O olmasaydı konuşacak kimsem olmazdı.
- Hatırlıyor musun bir keresinde beni uyku tutmamıştı. Uykum yok demiştim ve sen ilk defa benden önce uyumaya niyetlenmiştim. Sonra nasıl olduysa yine ben senden önce uyuya kalmıştım ve sabah bana trip atmıştın.
+ Hatırlıyorum.
- Ağlıyor musun?
+ Hayır
- Biliyor musun seninle konuşmayı özlemişim.

Bu duyabilmek için yaşamıştım. Bunu duyabilmek için bir çok yaz gecesinin ortasında üşümüştüm. Bunun için bir çok insanı kaybetmiştim. Konuştuğumuz her şey bitti o anda. Hepsi bu ana hazırlık gibiydi. İşte o an gerçekti ikimiz içinde. Uzun uzun baktık birbirimize. Küçücük masa nasıl engel oluyordu göğüslerimizi yırtarcasına sarılmamıza. Acılarımız dedik bir an içimizden. Ayrı ayrı geçirdiğimiz acılarımız... Ya gitmeseydik hiç? Yine saçlarımızı yolsaydık. Farklı insanlar olduğumuzu kabullenip birbirimiz için yaşayana kadar kavgalar etseydik. Yine sırt sırta uyusaydık kavga ettiğimiz için ama aynı yatakta ayaklarımızı beraber ısıtıyor olsaydık yine. Sabah olunca unutsaydık herşeyi. Hatta gün ortasında başka bir sebep bulup kavga etseydik yine ama, salak bir bahane bulup barıştığımızda tüm dünya bizim olsaydı yine. Zaten öyle olmaz mı hep? Ya kalsaydık biz birbirimizde. Dünya yerinden oynarken, insanlar giderken, kaygılanırken biz kalsaydık ya yine birbirimizde...

Sustuk öyle. Öylece sustuk. Artık ikimizinde gücü yoktu. İkimizde yaşanmış güzel bir hatıraydık. Belki çok çok ilerde güzel kapaklı bir kitabın içinde kendimize özel bir yer bulabiliriz diye biraz daha sustuk. Sonra kapattılar o kitabı. Biz içinde sadece güzel bir anı olarak kaldık öyle. Merhaba diyememiştik hoşçakalımız da olmadı şöyle uzun uzun sarılmalı...

7 Ağustos 2016 Pazar

Ölümden bahsetti konuşmanın başında

Geçtim aynanın karşısına, saçımla ve bedenimle ilgili son düzeltmeleri yapıyorum. Pek kullanmadığım jöle o akşam nedense pek ideal geldi gözüme. İki elime karıştırıp saçlarıma sürmeye başladım. Gittikçe kendime olan hayranlığım da yükseliyordu... Zaten böyle özel akşamların sıklık ile tekrarlanmasından yanayım çünkü insanın kendisine olan öz güveni yerine geliyor. Babamdan kalma bir alışkanlık olsa gerek kısık sesle şarkı mırıldandım. Ayak sesleri duydum telaşlı telaşlı lavaboya doğru geliyordu...
Nedense bu sesleri ne zaman duysam garip bir heyecan kaplardı içimi. Köy yerinde dondurma arabasını bekleyen çocuk gibi olurdum. Korkularımın sanki güvenli bir limana yanaşması ile aynı orantıda gülümseme gelirdi yüzüme. Belli etmezdim. Önce kokusu yanaştı üzerime sonra varlığının sıcaklığı öyle bir sardı ki kaburga kemiklerimden.
Saçlarının yarısı dalgalı yarısı düz, saçına asılı kalmış bir maşa ve üzerinde sabahtan kalma askılı ile bir anda arkamda belirdi. Öyle birden görünce bir gülme geldi bana. O da güldü...


- Bekle sen, şimdi iyi bak birazdan asrın kadınını göreceksin...


Ben aynanın önünde dişlerimi fırçalıyorum, o arkada yüzüne, hiç bilmediğim şeyler sürüyordu. Bir anda gözü sırtıma takıldı. Şaşkınlığı benim korkuma sebep oldu.


- Çıkart hemen şu gömleği
- Neden?
- Sırtında ufak bir kırışıklık var
- Ufaksa sorun değil
- Kadına suç atarlar, erkeği ihmal ediyor derler. Çıkart!


Öyle söyleyince üşenmedim, çıkarttım. Lacivert kanvars pantolonum ve deri kemerim çıplak göbeğim ile çok uyumlu olmasa da beklemek için oturduk kanepeye. Televizyon açıktı, haberler. Nedense birden aklıma takıldı, onca işi arasında ufacık bir kırışığı neden ütülemek istedi ki. İki haber arası geçmeden elinde gömleğim ile geldi.


- Teşekkür ederim
- Dur, sen şimdi kırıştırıp giyersin. Kolunu uzat.


Okul saati gelmiş çocuk gibi gömleğimin düğmelerini ilikleyip tekrar oturttu beni. Ben de tekrar yerime oturup hazırlanmasını beklemeye başladım. Telefonundan bir radyo kanalı açtı, eğlenceli bir şarkı çalıyordu. Ben de ara ara aynadan kendime bakıp herhangi bir kusur aramaya çalışıyordum. Saçımın bir teli sağa biraz daha yatsa iyi olurdu, kaşlarım çok düşüktü, dudaklarım kurumaya yakındı, başka renk gömlek daha mı iyi olurdu? En sonunda kusursuzluğuma tekrardan karar verdim. Haberler bitmiş, bir dizi başlamıştı. Bu kadar uzun sürer miydi bir hazırlık? Odaya yaklaşıp kapıyı birazcık araladım. Henüz elbisesini giymemişti. Krem rengi bir sütyen ve siyaha yakın külot ile yatağa oturmuş ayaklarına oje sürüyordu. Beni fark etti. 


- Sürprizi bozuyorsun ama...


Kapıyı kapattım. Günaha girmiş bir çocuğun heyecanı vardı içimde. Acaba kızmış mıdır diye düşünmedim hiç. Beraber uyuduğumuz zamanlarda üstünü çıkarmaya çekinirdi hep ama, o an onu öyle gördüğüme hiç utanmadı. Salona geçtim. Herhalde gece uzun sürsün istemiş olacağım ki kahve içmek geldi içimden. Suyu ısıttım, bardağa kahveye koyup karıştırdım. Birazcık içtim ya da içmedim bir ses geldi.


- Hazır mısın?


Şarkı çalmıyordu artık. Sessizcene gözümü hole doğru diktim. Ağır ağır yürüyerek bana yaklaşmaya başladı. Onu ilk gördüğüm de dört yıl önce ki hali geldi aklıma. Saçları örgülü, ayakkabıları bağacıklıydı. Şimdi başka bir kadın vardı sanki karşımda. Gözleri sürekli ben de ve yüzünde sonsuz bir gülümseme vardı. 


- Bir şey söylemeyecek misin?
- Ne diyeceğimi bilemedim.
- Güzel olmuş muyum?
- Güzelliğin ne olduğunu bilmiyorum
- Şaşırmış gibisin
- Çok güzel olmuşsun.


Koşar adım dudağımdan bir kere öptü. Odaya geri dönerek çantasını aldı ve evden çıktık. Vapura kadar garip bir sessizlik oldu ikimizde de, sağ kolunun dirsek kısmında bir yarası vardı. Gözüm sürekli ona takıldı. Bir süre sonra o da yarasıyla oynamaya başladı. Vapura bindik, üst kata çıkıp denizi izlemek istedik. Oturduğumuzda hala yarası ile oynuyordu. Rüzgar sertleşmeye başladıkça tüyleri diken diken oldu. Nedense ikimizde hiç konuşmadık. Yarası ile oynaması sonunda kabuğun açılmasını sağladı ve gözünden bir damla yaş düştü. Hemen bana döndü, ben de hazır kıta ona döndüm. İki gözünden birden yaşlar düşmeye başladı. Dayanamadım ben de ağladım.


- Senin hiç canın yandı mı?
- Bir kaç kez
- Bu yara hep burda kalır mı?
- Geçer
- Ne Zaman?
- Başka bir yara açılınca.


Başını göğsüme yasladı. Kokusunu hiç fark etmemişim ne güzeldi. Bir tabela gözüktü, vapur açtı ağzını çığlık çığlığa...


İçeri girdiğimiz de elini koluma bağlamıştı. Tam girerken bir kez daha bakıştık. İkimiz birden güldük bu sefer. Kalabalıktı, bir kaç selam verip uygun bir yere oturduk ve sanki uzun süredir ordaymışız gibi sohbet etmeye başladık. Yemekleri yedik, kola içtik. Yaklaşık dört saat boyunca aynı yerde kaldık. Bir ara Nasıl oldu bilmiyorum her şey sessizleşti. Sadece onu izliyordum. Gülmeye başladı, neye güldüğünü o kadar çok merak ettim ki. Konuşurken ellerini kullanıyor, sürekli saçını düzeltiyor ve bacaklarını yer değiştiriyordu, ayakkabıları sıkmış olacak ki ara sıra da ayaklarını çıkartıyordu. Ona baktığımı fark etti. Sigara altı yemeğine benzer bir gülümseme attı bana ne iştahlı ne karın doyurucu. Varlığımı fark etmesi öyle hoşuma gitmişti ki. Kısa bir süre de olsa o an bakakaldık birbirimize. Gözleri ile bir şey söylemeye çalıştı. Ben de o an öyle bir dalmışım ki cümleler çıkardım avuçlarım gibi benim olan gözlerinden. Sandalyesini birazcık yanaştırıp elimi tuttu ve sohbetine kaldığı yerden devam etti. Muhabbet bir ara başkalarına geçince kulağıma doğru yanaşıp;


- Burdan çıkınca bana bira ısmarlar mısın?
- Olur


Yaklaşık bir buçuk saat sonra çıktık. Çantasını eline aldı ve tenha bir yoldan yürümeye başladık. Son vapura yetişmek için biraz aceleciydik. Bir ara durdu, ben yorulduğunu düşündüm. Ben de durdum. Sonra o hareket etmemeye başladı. Garip bir şey olduğunu hissettim.


- Neden acele ediyoruz?
- Yetişmek için?
- Neye?
- Son vapura
- Ondan sonra bir daha yok mu?
- Sabaha var
- Demek ki son vapur değil.


Aynı yolda bu sefer aheste aheste yürümeye başladık. Bulduğu kuru yaprakların üstüne basıyordu. Sokağın bir köşesinde Bahçeli bir ev gördük. Bahçesinde de kurulu bir masa vardı. Bahçenin önünde durmuş içeriye bakıyordu;


- Neden bakıyorsun?
- Oturalım mı?
- Bizim değil ki
- O halde sıkılınca kalkarız.


Masaya oturduk. İçimde garip bir huzur yer aldı. Uzun süre birbirimize baktık. Yerde bulduğu çöp kabukları ayakları ile itiyor, hiç bizim olmayan bir bahçeye izler bırakıyordu. Gözleri toprakta;


- Bazen ne düşünüyorum biliyor musun?
- Hayır
- Ölümsüz olmayı.

Gözlerini başka bir yere doğru dikti. Sanki uzağa bakıyordu ama, içinden bir yer buradaydı. Ya da gözleri buraya bakıyordu ama içinden bir yer çok uzaktaydı.
Tek elini çantasına attı, sabahtan kalma bir bisküvi paketi çıkarıp masanın ortasına koydu ve tırtıklamaya başladı. Bir sonra ki hareketini tahmin etmek gibi bir huy kapmıştım o sebepten dolayı gözlerimi ondan hiç çekmiyordum. Bir yandan da çok güzel bir alışkanlık haline gelmişti onu izlemek...
İnsan neden ölümsüz olmayı diler ki? Bu soru kafamın içinde dolaşmaya devam ederken, o an ne söylese boşa gidecek gibiydi. Zaten o da pek konuşmuyordu.

Ölümden bahsetti. Ölüm var dedi binevi dilinin ucuyla, ölümle korkuttu beni. İlk defa onun yanında kendimi bu kadar soğuk hissettim. Gecenin ayazından olsa gerek avuçlarımı birbirine çalarak bir ısınma eylemidir tutturdum. Yavaş yavaş içime kapanır gibiydim bir süre sonra fark etti beni. Sadece gülümsedi. Korktuğumu anlamış olacak eski günlerden bahsetmeye başladı. Beraber geçirdiğimiz özel zamanlardan. Neredeyse bütün cümleleri "Hatırlıyor musun?" diye başlıyordu. Ben de hepsini bir bir hatırlıyordum. O anı bitince başını yere doğru eğip geçecek bir başka anıyı arıyordu. Bir ara bütün anılarımız bitti, sustu.

Ölümden bahsetti konuşmanın başında. Ölümle korkuttu beni. Korktuğumu anlamış olacak ki bu sefer dayanamayıp yanıma geldi. Öyle garip bir kadındı ki toplum baskının kadına dayattığı bütün telleri yırtmış gibiydi. Sanki o an canı benimle sevişmek istese sevişcektik. Hatta yetinmeyip Wagner çalacaktı telefonundan. Sadece sırtını omuzlarıma yaslamakla yetindi. Ben göğsümde uyur diye tahmin ediyordum, o uzaklara bakıyordu. İlk defa yanımdayken gözleri bu kadar uzaktaydı. Üşenmeyip bir sigara sarmak geldi içimden ama, bu sefer de rahatsız olure da eski yerine geçer diye korktum. Öylece kaldık işte biraz daha. 


Ölümden bahsetti biz konuşurken. Hani böyle şey olur ya, şey gibi. Anlarsın işte. İlk başta bir düşersin canın yanmaz ama yarana baktıkça acısı da gelir ya sonra sonra. Ayaklarını aşağıya doğru indirdi, kalktı üstümden. Bir düğüm oturdu içime. Bir şey söyleyecek gibi oluyorum ama ölüyormuş gibi hissediyorum. Çantasından dağıttıklarını topladı. Uzun uzun nefesler çekti içine. Yeni bir hazırlık gibi, bir bitiş gibi. Ayağa kalktı ama ben oturuyordum. Oturduğum yerde sarıldı bana. Hani o an boynunu kokladım ya, saçlarını yüzüme karıştı, nefes sesleri kulaklarıma kadar değdi ya. Normalde mutlu olurdum ama, o an bir garip oldum. Ona benzeyen bir başkasının sülietinde acı veriyordu sanki bana. Oysa ben biliyordum onun çayı şekersiz kullandığını. Yani yemeğin yanında su içmeyi çok sevdiğini biliyordum. Böceklerden korktuğunu da biliyordum, çimene alerjisi olduğunu, astım hastası olduğunu hepsini biliyordum. Nedense bir yabancının elleri gibi geliyordu o an yanaklarımı okşayan? Dayanamadı çıkardı baklayı.

- Ben gidiyorum.
- Bir daha görüşecek miyiz?
- Sakın bekleme

- Beklemeden yapamam ki
- Bekleme işte 
- Kesin mi?
- Kesin
- Ölüm gibi mi?
- Ölüm gibi.

Ölümden bahsetmişti ya. Meğer o da unutmamış benim ölümden korktuğumu. Ona hazırlamış beni.


- Neden gidiyorsun ki?

- Belki de bu kitabın kahramanı değilimdir.

İki kere açtı kaptı gözlerini, doğruldu. İnce bir gülümseme bıraktı son kez gözlerime sonra yürümeye başladı. Boğazına bir şey oturur da nefes alamazsın ya. Bir garip oldum o an. Yumruk yemiş oldu içim. Gözlerim, bilincim açık ama, bir hal derman gelmiyor içimden. İzliyorum öyle. Gidişi bile güzel diye geçiriyorum içimden. İçime sığmayan kocaman kadın bir baktım küçücük bir şey oldu. İzliyorum, izliyorum. Bir yerde durup bakar diyorum. Hani öyle olur ya filmler de kadın giderken son bir kez dönüp bakar, belki kavuşurlar. Bir umut tuttu içime "Hadi dön işte" diye koparıyorum içimi. Dönmedi tabii. Küçüle küçüle kayboldu gözden. Bir an da yok oldu. Toparlandı nefesim, uyanmış gibi oldum. Ağlamak geliyordu içimden ama, ağlayarak kirletmek istemedim içimin güzelliğini. Bundan böyle içimdeydi kötü bakamazdım ona. Bir gülümseme geldi bana. Karşı çıktım ben de tüm söylediklerine. 


Bu hikayenin kahramanı sendin, giderken izledim seni...

24 Haziran 2016 Cuma

Keşke bir kez daha sorsaydı; Yaşıyor musun?

Ağzımda şarap kokusu vardı. Müzik durmuş, insanlar dağılmış ve ışıklar olabildiğince sönmeye çalışıyordu.
Hani soğuk desem yalan olur ama inceden bir üşüme geliyordu içime, insan en güzel uzun yollarda düşünür bilirsiniz. Uzunca bir yol var önümde, soktum ellerimi montumun iki yan cebine, efkar bulabileceğim yer yöne bakarak yürüyorum.
Koca denizin derdi bitmiş sanki de benim derdime efkar olmaya çare arıyormuş gibi serilmiş ulu orta. Sarhoşum ya üşenmiyorum ben de gidiyorum yamacına, yamacına...
Çıkıyorum bir taşın üstüne, ellerim hala iki cebimde. Duyacak kimse yok ama cesaretim de olmadığından içime konuşuyorum.
Önceden yaşanmış bir kaç güzel hatıra geliyor aklıma, yüzümde bir tebessüm etkisi yaratıyor ama yetmiyor ince soğuğu paramparça etmeye, nasıl bir soğuksa artık içim. İçim soğumuş benim...

Koca deniz diyordum, efkarla birleşince amansız bir manzara çıkıyor karşıma, karşının ışıkları yansıyor denize uzunlamasına, tatlı da bir dalga var denizde bir ışığı alıp başka bir ışığı getiriyor peşinden. Takip ediyorum öyle ama aklım karma karışık, kafamın içi benim ışıklarla dolu. Ne güzel yapıyor deniz diyorum, birisini alıyor bir başkasını getiriyor. İnsanoğlu keşke şu cansız obje kadar mucizevi işler yapabilse ama, denizden bahsettiğim aklıma geliyor. Ulan koca doğa ile neyi ölçüyorum. Dedik ya kafa inceden gidik o gece.

İçenler bilir, efkar kısa bir süre burun sızlatır bir yerden sonra sigara aratır. Nihayet ellerim çıkıyor cebimden. Normalde taş atmam gerekiyor denizin üstünden küfür ede ede ama, bir taş fırlatabilsem peşinden ben koşarım nasıl kurtuldun diye. Bizim derdimiz sigara... İlk elime gelen sigarayı dudaklarımla sıkıştırıp ateşe vuruyorum ucuna. Şimdi canınız çeksin diye söylemiyorum ama, bilirsiniz ağızda şarap tadı varken sigaranın tadı da bir başka oluyor be... Bu sefer o koca deniz küçücük bir şiir oluyor önümde. Nazım'ın parmakları gibi, Cemal'in gözleri gibi küçük ama öyle güzeller ki... Şairlerden bahsedince benimde tutuyor şairliğim. Aklıma gelen bir kaç mısrayı yine içimden armağan ediyorum efkarıma. Bu sefer harbiden yüzümde güzel bir gülümseme oluyor. İçimin büyüdüğünü hissediyorum bir kaç mısra daha söyledikçe. Mutluluğu hissediyorum, mutluyum diyorum içimden. Gözlerimin küçülüyor... Bir anda pat diye bir yaş düşüyor yanakta hiç durmadan.

Hayda... Oğlum daha şimdi mutluyuz dedik, bu yaş ne şimdi? Ulan ağlıyorum ama bu sefer ki öyle iç çeke çeke değil. Öyle güzel ki mutluluk gözyaşları. Sigaram da devam ediyor o sırada. Fırt fırt çekiyorum daha büyük. Uzun bir aradan sonra ilk kez içimde böyle güzellik hissediyorum. Hani ananen evinin cam kenarına küçük bir saksı da çiçek ekmiştir. Bir tane rengi vardır ya, sen dokunma diye hep uzak tutar seni ondan. Camın kenarında durur, hiç konuşmaz öylece yolu izler. Sanki geleni gideni haber eder eve. Ananem gibi oldum bir an. Mutlu oldum oğlum içimde ki minicik bir renk için. Dayanamadım bastım çığlığı...

"BÜTÜN ŞAİRLER AŞKLARI İLE ÖLDÜLER"

Atmışım sigarayı elimden, Fidel Castro görse gözleri dolar. O cinsten kaldırmışım iki elimi havaya ve koca istanbul sığmış iki avucumun arasına. Normalde böyle bir sahne filmde olsa arkadan duygusal bir fon müziği ve birazcık filtre ile sağlamlaşır sahne ama, biz de öyle olmadı. Ben bağırınca bir ses koptu arkadan.

- Duymazlar.

Diye seslendi birisi. Döndüm baktım siyah bereli, kirli sakallı bir adam oturmuş arka bankta bana bakıyor. Nezaketen sorulması gerek ama hiç tenezzül etmedim çünkü bizden başka kimse yoktu o an.

- Ben söyledim ya yetti.

dedim.

- Yetmez...

Sıcak bir barınak tadı vardı adamda. Herhalde o da sarhoş diye kan çekti bilmiyorum ama, uzatmadım gittim oturdum yanına.

- Şarap içer misin? diye sordu.

Canım içmek istiyor ama şimdi adamın şişesinden dönsek ne biliyim biraz sıkıntı olur gibi düşüncelere girmeye başlarken adam çıkardı bir tane plastik bardak şarap dolduruyor. Bir gülme geldi bana.

- Birisini mi bekliyordun?
- Buralarda acılı çok olur?
- Sen hep burada mısın?
- Sayılır.
- Senin acın çok büyük herhalde.
- Senin acın ne?
- Ne biliyim gençlik işte. Takıldık bir şiirin peşine ölümü bekliyoruz.
- Yaşamıyor musun yani?

Bu soruyu sordu ama, başka bir mana vardı. Direk açıldı o an kafam. İzin vermedim biraz daha içtim şaraptan.

- Yaşıyoruz ya işte.
- Sigaran var mı?

Hiç cevap vermedim. Çıkardım cebimden paketi ikram ettim. Aldı, yaktı. Ben de eşlik ettim. İlk dumanını çekti havaya doğru üfledi. Çevirdi kafasını bana doğru bu sefer o da gülmeye başladı.

- Ulan ne güzel adamsın lan sen.
- Teşekkür ederim.
- Ne derdin varsa anlat. Çok kişi gelir buraya çok hikaye dinledim ben. Sabaha bir şey hatırlamam ama, sen anlat rahatlarsın. İçinde kalmasın.

Babacan bir tavır hissettim adamda;

- Bir kız vardı...

Diye girdim meseleye ama ben ilk cümlemi söylemeden ufaktan bir güldü. Bozuntuya vermedim devam ettim.

Başladım anlatıyorum hikayeyi, anlatıyorum ama bir yandan da rahatlıyorum. Şöyle oldu böyle oldu. Kızmam gereken yerlerde durumu biraz daha abartıyorum. Nasıl oluyorsa anlıyor adam.

- Abartma düzgün anlat.

Diyor...

Neyse öyle böyle anlattım ben hikayeyi. Anlattım ama içimde güzel bir keman çalmaya başladı.
Bizim ağabey hikayenin bittiğini anlayınca şöyle bir doğruldu bankın üzerinde.

- Ne istiyorsan onu yap

Dedi...

Bu sefer de bana bir gülme geldi. O kadar anlattım tavsiyen bu mu dedim?

- Ben ne söylesem, sen yine istediğini yapacaksın. Çünkü çok aşıksın oğlum sen dedi.

Dakikalardır tuttuğum yüreğime bir liman çarptı sanki, bir yumruk oturdu. Ağlamak geldi içimden ama adamın yanında delikanlılığımız dan ödün vermiyoruz. Elini koydu sırtıma doğru. Garip bir güven hissi geldi içime. Orada olduğumdan beri ilk kez böyle ısındığımı hissettim. Ben de döndüm gülümsedim.

- Yaşıyor musun? dedi.
- Yaşamak lazım bir şekilde
- Bir sigaran daha var mı?

Tam elimi cebime attım. Adamın kolu çarptı elime. Ulan nasıl soğuk adam var ya. İçim cız etti. Bir vicdan başladı ben de, kaç dakikadır kitliyorum adamı oraya derdimi anlatıyorum. Adam ayıp olmasın diye ses etmiyor ama donmuş soğuktan. Çaktırmadan sormak istedim;

- Üşüyor musun?
- Geçer birazdan.

Hiç tartışmaya girmeden ayağa kalktım. Montumun içinde ince bir polar vardı. Montumu çıkardım, poları çıkardım uzattım adama.

- Al giy bunu, senin olsun.
- Eyvallah

Adam kalktı ayağa denedi üstüne. Birazcık küçük geldi. Kollarını çekti, aşağıdan çekiştirdi ama bir türlü olmadı. En sonunda mennuniyetsiz kaldı çıkardı üstünden.

- Al kardeşim. Olmadı bu bana.
- Olsun dursun sen de, sıcak tutar en azından

Dedim. Ve hayatımın en büyük tokadını o an yedim işte. Ben olsaydım bir başkası verseydi, "Dursun kenarda" derdim ve belki de ömür boyu hiç giymezdim. Aç gözlülüğün kölesi olmuş hayatımızın bize verdiği alışkanlıktır bu işte. Ne güldü ne somurttu.

- Yok olmaz. Sen bunu benden küçük birisine ver. Ona tam olur, benim keyfim burada yerinde. Kimsenin hakkını yemeyelim...

Aldım elime ama, giyesim yoktu. Öyle kaldı elimde... O efkar kokan deniz vardı ya, bir ona baktım, bir elime. Acım neydi benim diye geçirdim bir an içimden? Bu sefer gözlerim kalmadı ama içim burkuldu, kırış kırış oldu kalbim. Keşke dedim keşke o an bir kez daha sorsaydı.

- Yaşıyor musun?

İki elimi açardım yine, koşardım denize doğru.

- Yaşamamışım. Hiç yaşamamışım...

Derdim...

Çok yaşayın, siz de görün...

17 Mart 2016 Perşembe

İyi ki bir sabah saç bandana'nı unutuvermişsin.

İçinin dağ gibi olduğu günler vardır. Birisine anlatsan, birisine ağlasan çıkacakmış gibi içinden ama öyle özeldir ki sana, başkasına bile anlatamaz hale gelmişsindir. Acısı bile...
Kahkahalarından pasta yapmayı başarabilmişsindir, ama acından ne yaparsın bilemez hale gelirsin. Susmak istersin, korumak istersin bütün acını. O da öyle büyümüştür ki pastanın üzerine koyasın gelir, kirletir diye korkarsın, koyamazsın.
Beraber yürünen bir yoldan geçersin, buraya basmıştı diye bir ses geçer içinden. Sokağın ortasında ki bir bankı sahiplenmişsinizdir, başkası otursa kaldırasın gelir ama inat yaparlarmış gibi bir Allah'ın kulu oturmaz olur oraya. Saçına bağladığı bir bandanayı bir sabah erken çıkarken unutuvermiştir, gece olur koklayasın gelir. Kokusu kalmış diye korkarsın ama kokusunun gün gibi orada asılı kaldığını bilirsin, koklayamazsın. Onun haricinde aldığın tüm nefesler boşa harcanmış yalnızlıklar gibi gelir içine, artık yalnız değilim dersin ama yalnız uyuduğun da hissedersen buram buram yalnızlığı. Bilirsin o metro'nun kapısından çıkmayacağını ama geçerken gözün takılır belki çıkar diye, çünkü kader size bir kaç defa böyle mucivezi buluşmalar ayarlamıştır. Bir kaç saniye duraklarsın, bütün güzel saçlı kadınlar ona benzer, bütün kalabalıkların arkasından çıkacakmış gibi olur, çıkmaz ya bir türlü bilirsin gelmeyeceğini, sen de gidersin o kalabalığın içinde karışık bir biçimde yürüyerek.

Alışmışsındır kahvaltısına, alışveriş yaparken sevmediği peynire takılmaz gözün. Sen sevsen bile yemek gelmez içinden. Vişne suyunu sevmediğini biliyorsundur, hiç canın çekmez senin de. Elinin marifetli olduğunu biliyorsundur. Sen kendine yemek hazırlayıp tabağa koyduğun da afiyet olsun diyecek birisini bulamazsın, öpülecek parmaklarını bulamazsın, çiğnediklerini ağzını açıp gösteren birisini bulup gülemezsin, tabağında ki yiyemediklerini sana vermediğini görürsün, yemeğin bitince bulaşık kavgası olmaz, yemeğin biter öyle kalırsın o sofrada sigara içmek bile gelmez içinden, çünkü bilirsin yemek sonrası ayaklarını senin bacaklarının üzerine uzatıp sigara içmeyi çok sevdiğini, içemezsin tek başına. Toplarsın sofrayı ama o kalır sofranın bir köşesin de oturur öyle sessizce, canını acıtırcasına... 

Sabahları daha zor uyanırsın artık. Erken kalkıp uyandırmak zorunda olduğun birisi senden çok uzakta kendi başına uyanmaya çalışıyordur. Kahve içmekte gelmez içinden çünkü bilirsin sabah kahvesini çok sevdiğini. Artık alışkanlık haline gelmiş iki yastıkla uyuma ihtiyacı duyarsın. Bugüne kadar hep kötü kokmuş yastıkların, nedense bir tek o vakit o kokar doyumsuzca. Yastığı da yanıma alsam ya dersin. Oysa yastığı yerinden kaldırsan üzerinde kalmış saç telleri dağılır odanın etrafına, boğulacak gibi olursun. Beraber ölmek vardı, beraber toplamak vardı, beraber nefessiz kalmak vardı ama dağılır saçlar odanın içinde sen düştüğü yerleri takip eder toplarsın eski yerine geri koymak için. Bir kaç dakika uyumuşsundur boynunun altında, artık nerede uyusan uykusuz kalacaksındır huzura. 

Hasta olmaktan daha çok korkacaksındır artık. Annenin bile ilaç dayayıp bıraktığı sana, kendi gibi bakıp bakışında ilaçlar bulamayacaksındır artık. O hasta olduğun da sende tedirgin olmayacaksındır, öksürüğün de seninde ciğerlerin parçalanmayacaktır. Gece ara ara uyanıp ateşine bakmayacaksın bütün uykuların sessiz ve soğuk olacaktır. Gece birden midesi tuttuğunda hastane sırasında bulamayacaksın kendini. Sarılıp, acısına ortak olmak gelecek içinden belki, ama sarıldığın da bir tek kendi acıların kalacak sana. Sodaları da kendi hazımsızlığına içeceksin. Limon dilimi kesmeyecek, limon suyu sıkacaksın. Çünkü onun limon dilimi sevdiğini adın gibi bileceksin, unutamayacaksın.

Bir şarkı söylemek geçecek içinden, içinde ayrılık sözü geçer diye dilin varmayacak, şiirler de hep ona ait hüzünlerin altına çizeceksin. Burası tam bize yazılmış diyeceksin, burası bizim diyeceksin. Ne acı, bütün sahiplendiklerin acı olacak artık, acı! 

Kurtulmak istemeyeceksin yaşanmışlıklarından, kurtulamazsın da. Beraber öyle güzel kazımışsındır ki zamanın da şimdi üzerine mesafeler döksek uzaklaşamayacak kadardır. Gelmeyeceğini bile bile gözün takılır sürekli bir yola, onu soracak olur herkes sana "Bilmiyorum" diyeceksin. Diyeceksin demesine ama dilinin hemen altından kaynar bir kezzap akacak içine. Paramparça edecek ciğerini. Nefesin kesilir gibi olacak, ellerin buz gibi, donup kalacaksın sınıfın, yolun ortasında. Biliyorum, biliyorum diye haykıracak için sana. Sus diyeceksin. Bir gülüşü gelişi gelecek o an aklına, yolda yürürken sarılışı, seni öpüşü, sarılırken ayaklarını ayaklarının üzerine basışı, koklaması. İşte yutkunmak nedir unutacaksın o an, göz yaşlarına bir bahane bulacaksın. Utanacaksın. O olsaydı utanmazdım diyeceksin çünkü daha önce onun yanında ağlamıştın. Birden aklına gelecek sen ağlarken nasıl silmişti yanaklarından yaşları. Bir ağlıyorsan on ağlayacaksın o vakit. 

Sevmek gelecek içinden. İnsan çok sevdiğinin kötülüğünü ister mi? Onun yanında yokken ona bir şey olur diye korkacaksın. Onu üzerler, onu kırarlar, onu korkuturlar diye korkacaksın. Elleri öyle küçüktür ki tek başına gücü yetmez bilirsin. Ellerinden tutup koruyasın gelir, yaparsın cümle aleme gösterircesine, göğsünü gere gere. Kadınım dersin ağzın dolu dolu... Ona bir şey olacak diye aklın çıkar. Hep en güzelleri ona saklarsın. Sandviçin en güzel ısırığını, hamburgerin etlisini, çikolatanın fıstıklısını, ışığın sarısını. O Mutlu olur ya, dünya içine sığar huzurdan, mutluluktan. Hiç bir şey düşünemez olursun. Ona bir şey olacak diye aklın çıkar... 

Bir gün "Defol hayatımdan, istemiyorum seni" der. beraber alınmış kahve kutusundan bir bardak kahve içemezsin. "Defol" der, öyle sevmişsin ki hoşçakal demeye dilin varmaz. Oturup karına mektup yazarsın. 

Siz yazmayın... 

23 Ocak 2016 Cumartesi

Bir yanımız ıslak mendille silinmiş Meftun

Gerçi Sinan Akçıl ve Nazlı Ilıcak'ın Metellica performansından sonra
Ne söylesek erişemeyeceğimiz kafaların şahidi olduk.

Ülkenin kuruluş ve yaratılış amacının tamamı ile mizahı olduğunu düşünüyorum.
Herkes mizah dergisinin en parlak sayfasında kendisine yer bulmak için didişiyor.
Menderes ile başlayan gerçekten kopup neresinden espiri çıkarsak kaygısı,
Yolsuzluk senfonisini bile duymamızı engeller oldu.

Cık-Cık'lar ile ayıpladıklarımızın,
Yegane en yakını oluyoruz.
Ya ne yalan söyleyeyim şu insanoğlu'da bir garip varlık

"Uyuşturucu" başlığı altında bir var oluş olduğunu hep beraber kabul edelim.
Uyuşturucu ile mücadele derneğinin başkanının uyuşturucu içerken yakalandığını da

Ülkemizde Din ve islam duygusnun en hidayetli kavram olduğunu düşünelim,
Kuran satan çocuğun "Aferin" toplarken,
Sayfalardan ayet yerine paketler çıktığını hatırlayalım.
Yani Kuran satan çocuğa hayıflanmadık biz,
kelime- i şahadet getiremeyen o çocuğu ayıpladık.

Benim derdim çocuk veya neleri hatırladığı değil
Ekmek parası canım, herkes tuttuğunun peşinde diyorum
Benim derdim gerçek meseleleri bu denli içine dert yapıp sanata sokanlar.
Sanatçılar...
Ağğğ... Sanata tek başına kendi evinden yön verebilecek o mucivezi kudretler,
Yıllardır kanamakta olan sanat yarasına yaralı bezli merhemler,
Bütün mikropları bir bir elleriyle söküp attıktan sonra,
Islak mendilleri ile parlak bir görüntü katacak olan
Yeni lise mezunları, dahiyane derecede yaratıcı gencecik Türk nesilleri.
Acaba uyuşturucu diye bir kavram olmasaydı,
Ülkemizi hangi farkındalık ile bilinçsizce bilinçlendireceklerdi?

Bir tek derdimiz var uyuşturucu içen insanlar,
Onların senaryosunu yazıp, onların dramatik evrimlerini anlatıyorlar.
Hemen bir kısa film konusu yazılıyor
Okuyunca kan donduracak düzeyde bir film başlığı,
Birde hep böyle hüzün kokan bir müzik, karamsar bir ortam.
Yani bunu içen herkes mi bileklerini kesmek istiyor?
Ayrıca neden herkes köprü altların da içiyor onu hiç anlamadım?
Birde neden buz dolapları hep boş?
Duvarlar neden renksiz?
Herkes bu namussuz şeyi aynı yerde mi içiyor?
Neden hiç birisi bir kere bile gülmedi?
Bu arada sadece izlemiş olduğum kısa filmlerden bahsediyorum.
Bu sorduklarıma bir cevap gelmiyorsa o zaman tek bir şey çıkıyor ortaya,
Bizim Ağabeyimizin derdi başka

Karışık saçlar, sakallar. Mor göz altları siyah deri ceketler
Yarım yamalak bir yürüme tarzı
Muhteşem karizma gösterecek çekim açıları
Ve dünya da eşi benzerine rastlanmayacak uyuşturucu krizleri.
Bir dakika ya...
Kenan İmirzalıoğlu Sedef Avcı tarafından terk edildiğinde böyle acı çekmişti.
Acaba aşk acısı mı diyoruz.
E tamam müzikte uygun oluyor.
Sonra bir bakıyoruz ki hop başka bir şey çıkıyor altından,
Ve kocaman bir merak duygusu başlıyor bende.
O acı çektiren şeye karşı şehvet mi duyuyor? Kopmak mı istiyor?
Bize hangisi verilmek isteniyor?

Ülke de uyuşturucu diye bir şey olmasaydı,
Bir çok kısa film taciri aç kalabilirdi.
Ayrıca uyuşturucu batağına neden hep internet cafe'de 1 saatlik açtıran çocuklar düşüyor?
Tek derdimiz uyuşturucu içen çocuklar,
Onları bize gösterenler olmasın da.

Çekmeyin çocuklar, çekmeyin.
He uyuşturucudan bahsetmiyorum...



29 Ekim 2015 Perşembe

Bulutların altında mermiler geziyor

Ülkenin bir yazarı yazdığı yazıdan dolayı, ülkenin yönetim kollarından birisinin ağır tehdidine maruz kalacak. "Bunları dövmedik, dövsek böyle yapamazlar" diyecekler. Düşenebiliyor musun bir kısım buna hak verecek?

Sen bu adamı bütün cık-cık'ların ile yuhalarken seni yargılayanlar bile olacaklar. Hadi düşünce diyeceksin bir tarafından hak vermeye çalışırken bir ay sonra aynı adam ülkenin Başbakanı bile halk selamlamasın da gövde gösterisi yapacak. Sen kendini köşe kapmaca oynayan bir böcek gibi hissedeceksin. Belki de bu hayatın boyunca fikirlerine edilmiş en ağır sessiz küfür olacak. Hazmedemeyecek, kendince yapabildiğin olası bir sorun karşılığında sorgulama saati başlarken bu adam terfi alacak ve sen bu sefer yaşamaktan ve ülken adına yazılmış binlerce güzel ahenkli şarkıdan tiksineceksin.

Ülkenin bir başka yazarı ve ülke mizahı adına güzel işlere imza atmış bir ablamız. Bir sabah uyandığın da telefonunun çağrı kısmın da "İl emniyet müdürü sizi arıyor" diye bir yankı da bulanacak. Bu güzel ablamız hiç sorgulamadan sorgu ve gözaltı çantası hazırlayacak. Yazmış olduğu bir yazıdan ötürü işlemiş olduğu suç büyüklüğünün cetvel ölçüsünde kendisine yer ararken, "Kadın ses çıkarmıyor belli ki rızası var" yasasına sığınarak suçundan beraat etmiş adamlar aklına hiç gelmeyecek. Sonuçta her koyun kendi bacağından asılır. Bu cümlede ki görünmeyen gök kuşağına dikkat ettiniz mi? "Her koyun" Özgür ve hür işte öyle delicesine kabullenmek bütün suç oklarını. Ne çılgınca bir yaşamak bu!

Medya'nın senden bıçaklarını gizlediği bir program statüsün de ülke tarihi boyunca yaşanmamış bir gerçeği mizaha yakın serüven başlayacak. Bir polis gelip canlı yayın kamerasının fişini çekecek. "Kayyum" denilecek buna sanki insanlar hakiki Kayyum'un ne demek olduğunu bilmiyormuş gibi. Yayının neden kesildiğini halktan bir yankı gibi bir adamın hatta güzel bir adamın diline sıfat sorarcasına isyan etmesi. Bir düşünsene "Senin de fişin çekildi iş hakların sona eriyor" diye susturalacak. Artık şampiyonsunuz gurur duyun! Avrupa'da birinci değiliz.

Cinayetin ismi uygarlık olacak,
Hırsızlığın temeli hak,
Şiddete meyil edecek,
Basına darbeye yasa,
Sahiden bir kıt korkusu için mi tüm bunlar?

Unutacaksın ve unutacağız, Göçüğün gömdüklerini, suların yuttuklarını, suyun kaldırdıklarını, senin bağıra bağıra terör örgütü diye puntolarca yazdığına senin temsilinin inkar ettiğini, kendi gözlerinle görüyor ve duyuyorsun. Sahiden yaşamak istediğin Türkiye aynı bu teli gevşek musikide mi?



19 Ekim 2015 Pazartesi

Hangi akla hizmet kalp ile harbe çıkmak

Kaç kişi kasti olarak ilgi duyar ki bir kaç gecenin göz göre göre çöpe atılmasına?

Düşüncem o yönde ki insan kalbi tasarlanma esnasında bazı detaylara ve boşluklara yol verildi. Bakınız efendim detayları kurcalamak gerekirse, ağırlıkları bakımından farklı farklı insanların sistemlerinde boy gösterecek hepsinde aynı görevi ve aynı eylemi gerçekleştirecek sende buna çıkıp "Kalp işte" diyeceksin. Yemezler! Bugün bir fabrika da bile ikinci işi yapana "Amir" diyorsun. Gözünü seveyim yamana atma...


Detaylar diyorduk azizim detaylar, şimdi ne mümkün olur böylesi şuh bir nefesle tasarlanan kalbin söz dinlemesi işte en akıl akıcı detayı bu. Kafasına buyruk oluşu. Bir düşünsene diğer organlarının acıdan yoksul kalması için verdikleri emirleri kalbin samimi bir metanet ile karşılayıp tüm inadından vazgeçtiğini...
Gerçi o zamanda Sezen ablaya ayıp olacak.


Boşluklar bırakıldı. İnsanoğlu buna umut diyor. Bariz sırıtan gerçeği görmemek nasıl kabullenir ki şu kurban olduğum kürdan bacaklı insanlar mutsuzluğa? Mesela Godot hiç gelmedi ve gelmeyecek mutsuzluk değil işte! İnsanın avuç içlerin de hiç gelmeyecek, hiç görülmemiş bir hayatı tasvir etmesi, tanıması. Ee bunu nasıl seviyorsun be Adem? Bunun ne sevilecek ne yanı var şimdi?


Dokunarak sevmek diye bir şey var. Dokunarak sevdiysen eğer bir insanı o gittiği zaman gittiğine inanmıyorsun, inanamıyorsun. Gitse de gelir diyorsun. Gel gelelim gelmiyor! Dokunarak sevmek, işte o çok kötü. Kendi hissiyat dokuların ile başka bir tene aynı sen tazeliğinde dokunduğun zaman o ten sen, sen o ten oluyorsun. Sevişmek değil o terletiyor.
Dokunarak sevmek, rüzgardan daha esintili olmak gibi bir şey senden önce bir rüzgar yelinin yanaklarına değmesin de duymuş olduğu huzuru kitaplarca, sayfalarca arayanın bir gün parmak uçlarında denk geldiği his işte. Anasını satayım tüylerim diken diken oldu!


İşte tam bu noktada enkaz başlıyor. Eğer dokunarak sevebildiysen bir insanı bütün organlarının yerlerini ve olası bir aksi durumda yaşatacakları acıları bir bir biliyorsun. Dokunarak sevmek bazı şarkıların içine sıkıştırmak gibi ve orada öylece kalması. Ne olur böyle kalsak ya diye dua bilmediğin halde istemek işte.


Dokunamadan sevmek...


"Ölümlerden ölüm beğen" tabağının en zengin çerezidir. Yağlı viski gibi öyle güzel tat bırakır ki düşler de. Ne şarkılar, türküler dokunamaz olur senin dokunamadığın bir saç teline. Hiç bilmediğin çiçekler yaratır hiç var olmamış kokular hayal edersin burnunun ucunda. Ayakları sanki anlık bir betona bassa dünya geberecek gibi olur kahırdan, utançtan ki zaten sende yerin dibine batsın istersen o toplu iğne ucu kadar acı için. Bir gülüşü öyle monte olur ki düşlerine. İşte bile bile çöpe attığın geceler o gülüşle başlar. Yani azizim şunu dile getirmek istedim.

Sen ne akla hizmet kalp ile harbe çıkarsın. O bir kere dokunmadıktan sonra senin fikirlerin ne hacet...